Seçimlik
Üyelik Girişi

Dar Zamana Sıkısan 3 Not

Dar Zamana Sıkışan 3 Not:

Deprem-Cumhuriyet ve Hukuk…  

Ne kadar çok şey yaşanıyor ülkemizde… Ardı arkası kesilmeksizin olaylar zincirine önemli halkalar ekleniyor… Hem de bu olaylar “vaka-i adiye” sınıfından olmayan olaylar…

 23.10.2011 günü Van’da gerçekleşen ve 600’ün üzerinde yurttaşımızın yaşamını yitirmesine neden olan, çok ciddi maddi kayıplar doğuran depremi konuşuyor toplumumuz…  

Ama ilk günkü gibi değil… Unutmaya başladık…  

Depremin olduğu sıralar Rize’deki sel olayını konuşuyorduk… Unuttuk gitti… 

Daha önce neleri konuşmamıştık ki… Hepsi sıradan olaylarmış gibi, ardımızda kaldı… Dizi filmlerin, futbol maçlarının bıraktığı izden daha az iz bırakarak belleğimizin erişilmesi zor katmanlarına yerleştiler… 

Ancak yaşananlar gösteriyor ki, içselleştiremediğimiz, bilince çıkaramadığımız olgular, önümüze acılar ve yıkımlar olarak çıkıveriyor günün birinde… 

Bazılarını da, bile bile bekliyoruz… “Bakalım ne olacak?” diye… “Sonucu bize de bulaşır mı?” diye merak da ederek… Bulaşmasa da bugünkü gibi sürebilecek mi yaşamımız? 

Oysa Anadolu topraklarının bugünkü durumu Üçüncü Jeolojik Zamanın sonlarında, büyük oranda da Dördüncü Jeolojik Zaman’da oluşmuş… Uzmanlar Kuzey Anadolu Fayı'nın 5 milyon yaşında olduğunu söylüyor… 

Bu bilimsel ve tarihi veri, bir bilgi olarak belleğimizin sağlam bir yerine yerleşmezse, bu tür sonuçlar bizi üzmeyi sürdürecek… 

Anadolu 5 milyon yıldır sallanıyor… Üzerinde yaşayan biz ömürlülerin yaşam süresi ise ortalama yalnızca 60-70 yıl…  

Biz ölüp gideceğiz… Ama depremler sürecek… O zaman bu depremlerle yeni bir ilişkinin kurulması gerekmez mi? 

Sorun bu kadar yalındır aslında… 

En temel hak yaşama hakkı ise, o zaman onu tehdit eden ve bilinen tehlikelere karşı önlem alınmaması anlaşılabilir bir şey midir? 

Ülkemiz insanı deprem gerçeğiyle barışamaz ve yeni bir ilişki kuramazsa ne olur? Onun yanıtı da çok basit: O zaman, kayıplar, acılar, gözyaşları sürer…  

Tam bir gelişmemiş ülke tablosudur bu… 

Toplum okur yazar oranı 3.5-4 yıl değil; 12 yıl olsa idi, bu erkler yerlerinde kalabilir miydi? 

Bazı kararların, bazı adımların sonucunu karar vericilerin görmesine gerek yoktur. Kendi yaşam, ya da erk süresiyle ilgili kararlar, her zaman bilimsel gerçeklerle örtüşmeyebilir. Bizde böyle bir hastalık var: Siyasetçinin stratejik hedefi 4 yıllıktır. Parti Genel Başkanı’nın 2-3- yıl… Süreçleri, kendi yetki süresi ile sınırlandırmak… 

Bu hastalıklar tedavi edilmezse, bu bencilliklerde ısrar edilirse, o zaman sıkıntılarımız da sürecektir…

*****

Bu acılar yaşanırken, yine değişmeyecek bir tarih geldi çattı: 29 Ekim… Başlangıcından bu yana 88 yıl geçmiş bir çağdaşlaşma öyküsü… 

Erktekiler fırsat bu fırsat deyip, kutlamaları iptal ettiler… Cumhuriyetle derdi olanlar bu kararlarını, bu fırsatçılıklarını acıyla gerekçelendirdiler… Sanki kutlamalarda davul-zurna eşliğinde herkes göbek atıyormuş gibi… 

Aslında Cumhuriyete karşı olan tavır ise, bilgisizlikten değil, bilgiden kaynaklanıyor… 

Cumhuriyete sahip çıkanlar da, karşı duranlar da olayın bilincindedirler… 

Dikkatimi çeken, bayramı ve kutlamaları halkın sahiplenmesiydi… İstanbul’da bazı sokak aralarında özellikle yürüdüm bayram günü… Bayraklar… Bir göstergeydi… 

Halk, Cumhuriyeti bir “Bayram” olarak görüyor bugün de…  

Çünkü Cumhuriyet bir bayramdır… Gerçek bir bayram…  

Ülkeyi işgal eden emperyalistlere karşı kazanılmış bir utkunun, taçlandırılmasıdır Cumhuriyet… 

Değerleriyle çağdaş bir toplum kurmanın manifestosudur… Bir Aydınlanma Devrimidir… Bir Devrimdir… 

Bunu hiçbir zaman içlerine sindiremeyenler, şimdi, bu fırsatla onu da unutturma sürecine sokmaya çalışmaktadırlar… 

Ama burada söz konusu olan eksiklik, Cumhuriyete sahip çıkanların koruma iradesinin, koruma direncinin zayıflatılmış olmasındadır. Bu nokta üzerine yeniden, yeniden düşünmek gerekmektedir.

*****

Bunlar yaşanırken, Yargıtay N.Ç. davası konusunda öyle bir karar verdi ki, çoğu içten, bazıları rol gereği ayağa fırladı… 26 vahşi kişinin tecavüz ettiği 13 yaşındaki bir kız, neredeyse suçlu duruma düşürülecekti… Vicdanların yaralanmasından, insan haklarına aykırılığa kadar tartışmalar başladı… 

En doğru değerlendirmeyi ise, kararın verildiği günler bir televizyon kanalında görüşlerini açıklayan N.Ç.’nin savunmanı yaptı: “Bu tekil bir olay değildir, bir sistem sorunudur…” dedi. 

Cumhuriyet değerlerinden uzaklaşmanın ağır sonuçlarından birisidir bu… Olaya karışan kadınları “iffetsizlikle” suçlayarak daha ağır cezalandıran, erkekleri, olayın vahşi faillerini ise affederek ödüllendiren sistem, kadını ikinci sınıf vatandaş yerine koyan sistemdir. 13 yaşındaki bir çocuğun yaşadıklarını, bundan sonra yaşayacaklarını hiçe sayan bu sistem, hiçbir çağdaş ölçünün içine oturtma olanağı da yoktur. 

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarında, 1926-1934 yılları arasında gerçekleştirilen Atatürk Devrimlerinin bir kısmı, kadınların sosyal ve kültürel alanlarda, eğitimde, hukukta, aile içinde, çalışma yaşamında, toplumsal yaşamda ve siyasette erkeklerle eşit haklara sahip olmasını hedeflemiştir. Bu konuda yapılan yasal düzenlemeler, Türkiye Cumhuriyeti'nde toplumsal alanda yapılan en önemli yeniliklerdendir ve birçok Avrupa ülkesinden daha önce gerçekleştirilmiştir. Fransa ve İtalya’da kadınlara 1946’da, İsviçre’de ise 1971’de seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Atatürk'ün girişimiyle kadınların ekonomik ve siyasal yaşama katılmaları yönünde bir dizi değişiklik yapılarak, 1930'da belediye seçimlerinde seçme, 1933'te muhtar seçme ve köy heyetine seçilme, 5 Aralık 1934'te Anayasa'da yapılan bir değişiklikle de milletvekili seçme ve seçilme hakları tanınmıştır. 

Şimdi gelinen nokta, bu noktanın gerisine gidişin göstergeleridir… 

Yargıtay’daki yargıçlar kararı savunuyor… "Cari" hukuk diyorlar... O zaman Anayasa'nın 90. maddesi niye var? Altına imza atılan uluslararası sözleşmeler?..Hukukçu olmayan Anayasa Mahkemesi Başkanı, TBMM açıkken, ülkeyi Kanun Hükmünde Kararnamelerle yöneten yürütmeyi frenlemeye çalışanların Başkanlık oyu üstünlüğüyle karşısına dikilerek, kararda belirleyici oluyor… YÖK, hırsızlığı kanıtlanmış ve profesörlük unvanı iptal edilmiş kişiye unvanı geri verirken, aynı kişi ülkeye Milli Eğitim Bakanı yapılıyor… Deniz Feneri Davası’nda köstebeklik yaptığı kayıtlarla ortaya konulan eski İçişleri Bakanı, Başbakan Yardımcılığı makamında oturmayı sürdürüyor… 

Sonra da ortada “ahlak” söylevleri yarışıyor… 

12 Eylül Anayasa Oylaması’nda yargıyla ilgili yapılan düzenlemelerin sonuçlarıdır bunlar… Yargının bağımsızlığını yitirmesinin, yürütme erkinin kalkanı olmasının temelleri atılmıştı o zaman… Ama çoğu kişi, işin cilasına takılıp destek vermişti… 

Müdahale toplumun her alanında sürmektedir… KHK’larla yapılan düzenlemeler, Yürütmeyi diktatörleştirmektedir.  

Dünyada eşi benzeri olmayan biçimde, Bilimler Akademisi’ne üye atama yetkisini ele geçiren iktidar, bilimsel ölçütlerin umuruna olmadığını açık açık ortaya koymaktadır. Akademinin bilimle beslenen üyeleri istifalarını vermektedirler… Ama üniversitelerden yükselen bir ses yoktur… Duyulamamaktadır… 

Derin sessizlik… Ağır sessizlik… Toplumda hava kurşunlaşmaktadır…

*****

İzleyici olmaktan, oyuncu olmaya… Oyunu birlikte oynamaya… Başka yol var mı?