Seçimlik
Üyelik Girişi

Mulkiyet Bu Koylara Yakısmıyor

MÜLKİYET BU KOYLARA YAKIŞMIYOR!..

 

Yaz geldi… Aklımıza deniz girmiş durumda… Ben bu ayın yazısını düşünürken, yıllar önce kaleme aldığım bir metni okurlarla paylaşmak istedim…

Yıl 1999… Bodrum yakınlarında Mazıköy’de dinlencemizi geçiriyorduk…

Paletlerimi takmış suya atlamıştım. Sırt üstü suya uzandım. Ağır ağır palet vuruyorum. Kıyıya yakın yüzüyorum. Kayaların görebildiğim tepelerinden başlayarak denize kadar uzanan yapısı etkiliyor beni. “Jeolojiyi bilseydim,” diye iç geçiriyorum. Gerçi bir yarıyıl okumuştuk 27 yıl önce, ama unuttum gitti. Katmerli yapı, vahşi bir görünüm içinde. Üzerinde makilikler, yer yer zeytin ve çam ağaçları... Ağustos böceklerinin orkestrası dışında bir ses yok ortada... Görünmeyen bir orkestra, durmaksızın çalıyor...

Sedef Koyu’ndayım. Sedef Koyu, Gökova Körfezi’nin kuzeyinde, Bodrum yakınlarındaki Mazıköy’ün sınırları içinde kalan, Ilgın Koyu’ndan sonra gelen bir koy. Bir bölümü ince kumlu, bir bölümü küçük taşlı kıyısına karayolundan altı yüksek arabalarla erişilebiliyor yalnızca. Safari turizmi yapanların karadan ulaştıkları bir koy burası... Bir sandalla koya girmenin tadı ise bambaşka.

Bu yazıyı yazmalıyım,” diye düşünüyorum, denizin üzerinde yatarken. Bu yazıyı yazmalıyım ve adını da, “Mülkiyet Bu Koylara Yakışmıyor” koymalıyım. Kafamda yazının taslağını yaparak koyun çevresindeki yüzüşümü sürdürüyorum. Su inanılmaz güzellikte ve temizlikte. En küçük bir kirlilik belirtisi yok. Zaten kıyıdan yapay bir pislik akmıyor denize. Belli ki gemiler, yatlar ya da tekneler de açıklarda sintine boşaltmıyor.

Sıfır kotundan başlayarak bakışlarımla yükselmeye başlıyorum. Bomboş tepeler. Ama taşlar örülü... Ustalıkla örülmüş. Kıyıda bunları incelediğimde, acemi bir elin yapmadığını düşünüyorum. Daha sonra köyde sorduğumda, bu taşları ören özel ustalar olduğunu öğreniyorum. Örülü duvarların hepsini tarla sınırı sanıyorum, ama değil. Meğer denize dik olanlar tarlaların sınırını belirliyor. Yatay olanlar ise, deyim yerindeyse istinat duvarları...

Yakıştıramıyorum bu sınır belirteçlerini bu doğanın doğallığına... Antik çağı düşünüyorum. O zamanlardan beri buralarda insanlar yaşadı. Ama bu taş duvarlar en fazla son 50 yılın olayı... Böyle düşünüyorum. Soruşturduğumda bu bölgede yerleşim alanlarında kadastro çalışması yapılmış. Yani mülkiyet belgeleniyor artık. Tapu sorarsan, köy yerleşim alanlarında gösteriliyor. Ama bu koylarda tapu yok. Çünkü kadastro geçmemiş. Önce “halen kadastrosunu bitiremedik şu ülkenin,” diye düşünüyorum, ama hemen toparlanıyorum. “İyi ki de bitirememişiz,” diyerek seviniyorum. Ama ne yararı var? Kadastro geçmese de fiilen sahiplenilmiş buralar. Köyde yaptığımız sohbetlerde herkes kendi yerlerini gösteriyor, anlatıyor.

Mazıköy’e ilk pansiyon 1992 yılında yapılmış. Şimdilerde 4-5 pansiyon var. Yukarıda kalan köy yerleşmesinin uzantısı durumundaki bu kıyı bölümünde kışın 4-5 ailenin oturduğunu öğreniyoruz. Diğerleri köye çıkıyor. Kıyıya kadar uzanan asfalt 1998 yılında tamamlanmış. Güvercinlik’e (Bodrum) gelmeden Mumcular yönüne sapıldığında yarım saatte kıyıda olunabiliyor.

İşte bu asfalt buranın çehresini değiştirmeye başlamış. Turizm canlanmış. Yerler para etmeye başlamış. Beklentiler farklı. Ben “koylara karayolu kesinlikle yapılmamalıdır,” diye düşünürken, köydekiler “imar” beklentisi içindeler. Tapu peşindeler. Toprak spekülasyonu, ülkenin değer eden en hücra köşelerine kadar yayılmış.

Ilgın Koyu inanılmaz bir koy. Bir köşesinden, köydekilerin “yavan su” dedikleri su çıkıyor. İçince insanı ishal eden bu suyu Mazıköylüler sağlık için içtiklerini söylüyorlar. Bağırsakları temizlemek, solucan-asalak dökmek için kullandıklarını anlatıyorlar. Mavi Yolculukçuların mutlak uğrak noktalarından. Kaldığımız 4 gün içinde sabahları koya yaptığımız gezilerde, birkaç tekneye, güvertesinde uyuyanlara tanık oluyoruz.

Koyun kumsalının bittiği noktadan içeriye doğru uzanan, düz araziyi bir Almanın aldığını anlatıyor köylüler. Onun Türkiye temsilcisi de, geçen yıl koya karayoluyla girenlerden ayakbastı parası almak için girişi kapatmış. Bereket yörenin Jandarma Komutanı “ruhsatsız” diyerek bu uygulamayı iptal etmiş. Almanın Ankara’dan imar sorununu çözdüğü söyleniyor. “Nasıl aldı burayı?” diye soruyorum. Adi senetle... Olasılıkla muhtar huzurunda düzenlenen resmi olmayan bir belge. Ama herkes kabul ediyor. İstediği kadar Medeni Kanunda, “Mülkiyet, tapu kütüğüne kütüklenimle doğar,” desin. Burada fiilen, de facto doğmuş ve el değiştiriyor.

Ya Sedef Koyu?” diye sormuştum. “Orayı doktorlar aldı” demişlerdi. Onlar da Ankara’da uğraşıyorlarmış imar için. Demek ki burası da kapatılmış. Yüzüşümü tamamlayıp kıyıya geliyorum. Küçük taşların üzerinde oturuyorum. Karpuzumuzu ve sularımızı kayaların dibine koyduk. Söylemişlerdi bize, buradan da su çıktığını. Bu nedenle buradan denize giriyoruz. Çıkan su buz gibi. Bu kayaların dibinde denize girdiğinizde çivi gibi bir suyla karşılaşıyorsunuz. Denize bakarken birden kayaların tepesinden keçilerin koşarak aşağı indiklerini görüyoruz. Hayretler içinde ayağa kalkıyoruz. Keçiler her günkü koşularıyla, hiç düşmeden kayaların üzerinde sekmeden, hızla suyun çıktığı kayaların dibine inip su içiyorlar. 50-60 keçi sırayla sularını içip yeniden yukarı çıkıyor. Sonra araziye yayılıyorlar. Bir ara bizim eşyalarımız ilgilerini çekiyor.

Bir süre sonra jipleriyle safari turizmi yapan yabancılar geliyor. 8 jipten 40-50 kişi iniyor ve kendilerini denize atıyor... Koy şenleniyor. İnsanlar mutlu ve doğallık karşısında şaşkın. Yüzlerinden anlaşılıyor bu. “İmar gelir de yapılaşma olursa?” diye düşünüyorum. Yakışmıyor mülkiyet buralara. Bu doğallık karşısında mülkiyet iğreti kalıyor. Bana göre kuşkusuz...

Sonradan öğreniyorum, bir motor gezisi sırasında. Köyün yüksek okul mezunu balıkçısı, bu dağların, tepelerin %70-80’inin el değiştirdiğini anlatıyor. “Biz de satmak zorundayız diyor.” Çünkü bir gelenek sürüyor yıllardan beri. Evlilik çağına gelen erkeklere bir ev sahibi olmadıkça kız verilmiyor burada. Evi varsa, evin içini kız tarafı düzüyor. Bir de düğün masrafları... “En azından 30-40 milyara mal oluyor bir evlilik,” diye sürdürüyor anlatısını. İmar, turizm, toprağa talep açısından bu nedenle de önemli...

Bir gün bir yemek sırasında yan tarafta bira içmiş, iyi olmuş bir yaşlıyla şakacıktan arazi pazarlığına girişiyoruz. Çökertme’den 3 dönüm arazisini satmaya çalışıyor bize. Biz de öğrendik ya, “Denize sıfır mı?” diye soruyoruz. “Bir mermi atımı uzakta” diyor. Yarınki gün gittiğimiz Çökertme’de bir mermi atımı yerlerin tamamının dolu olduğunu görüyoruz. Demek ki pazarlık yaptığımız yerler de tepeler...

Bu yazıyı yazmalıyım... İnsanların yaşadığı dönemlerden beri, Antikite’den bu yana mülkiyet konusu olmamış, en fazla doğanın verdiği zeytin ağaçlarından yararlanılmış bu alanlar, dağlar, tepeler şimdi işgal edilmiş. 1858 tarihli ilk Arazi Kanunu sınıflamasına göre olasılıkla mevat (ölü) arazi sınıfına giren bu alanların, Osmanlı döneminde zaten özel mülk kavramının olmadığı da düşünüldüğünde, çok fazla geçmişe uzanmayan bir sahiplenilişi söz konusu. Daha doğrusu işgal edilişi, el konuluşu...

Varsın zeytinler kiminse onların olsun. Ama toprağın çıplak mülkiyeti herkesin kalsın. Çünkü yüzyıllardan beri herkesindi oralar. Şimdi oralar herkesin olduğu için böyle bir doğallık bir servet olarak yatıyor orada. Oraları servet yapan, yabancıları da çeken, turizmi de önemli bir unsur yapan oraların doğallığı.

1926 tarihli Medeni Kanunumuzun zilyetlikle ilgili hükümleri buraları tehdit ediyor. Nereleri etmedi ki?.. Yıllardan bu yana değişiklik tartışmaları başladığında, “evin reisi”, “mal bölüşümü” gibi hükümleri ön plana çıkan Medeni Kanunumuzun zilyetlikle ilgili hükümleri değişmemeli, kaldırılmalı, yok edilmeli diye düşünüyorum.

Bu güzelim koylara hiçbir yol yapılmamalı. Buralarda imarın sözü bile edilmemeli. Bunları söyleyince yanlış anlaşılma riskimi düşünüyorum. Ama en azından çarpık zihniyetlerimiz tedavi edilinceye kadar, çivi çakılmamalı buralara. “Ankaralara gidip imar çıkarma,” çabaları yolda kalmalı. Buralardan kadastro geçip de, şu anki işgal durumları mülkiyete dönüşmemeli. Bunları istemeye hakkımız var. Tüm ulusun, buraları görmeyenlerin de bunu istemeye hakkı var. Çünkü buralar hiç kimseye, hiçbirimize ait değil. Herkese, hatta dünya yurttaşlarına ait yerler. Şimdilik buralar bizim emanetimizde. Kızılderili Atasözü’nde vurgulandığı gibi, nasıl ki bu alanlar yüzyıllardan bu yana emanet olarak bugünlere kadar gelmiş, bundan sonra da böyle gitmeli... Korunmalı...

Mazıköy gibi yerlerin en çekici yanı, doğallığı. Yapaylığın olabildiğince az olduğu bu yerler bu nedenle cazibe alanları. Siz kumsalda bir şemsiyenin altında uzanmışken, yan taraftaki şemsiyenin altında bir inek de aynı güneşten koruyor kendini. Yollarında olduğu gibi, kumsalında da hayvan bokları var. İnanıyorum ki, hayvan bokları kumsaldan kalktığında Mazıköy’ün işi bitmiş demektir. Keçiler su içmek için artık kayaların dibine inemediklerinde, Sedef Koyu’nun da işinin bitmiş olması gibi... Ilgın Koyu’na bir yolunu bulup girişin paralı yapılması, buralara sahibi Almanın bir yolunu bulup binaları dikmesi durumunda oranın da biteceği gibi...

Mülk edinme hastalığı tedavisi zor bir hastalık. Ama toplum son yirmi yılda buna çok tutuldu. Ve habis bir tümör gibi hücreleri sardı bu hastalık. Mülkiyeti çekici kılansa, onun çıplak durumu değil. Verilen yapılaşma hakları, imar hakları. Herkes daha fazlasının peşinde koşmuyor mu o nedenle? Ne diyor İngiliz Atasözü, “Topraktaki mülkiyet hakkı, arpa boyu kadardır.” Buralarda da mülkiyet, zeytin boyunda durmalı. O da yalnızca zeytin ağaçları için... Ülkemizin özellikle kıyı şeridinde bu hastalık tedavi edilemezse, Mavi Yolculuk kitaplarda kalan bir turizm nostaljisine dönüşecek. Çünkü kimse bu kıyılara, bu koylara iğrenç yapılaşmaları, betonlaşmaları görmeye gelmiyor. Çünkü yüzyıllardan bu yana kimse buralara iğrenç yapılar dikmedi.

Ancak bu yaklaşım kimseyi tatmin etmeyecek biliyorum. Biliyorum bu, çok dinozorca bulunacak bir yaklaşım. Çünkü “Benim olsun” mantığı öyle yerleşti ki toplumda, doğallık, doğal güzellik, toplumsallık, orman, kıyı, yeşil alan, dağ, taş, dere, tepe tanımıyor. O nedenle bunları yazmak “servet düşmanlığı”, “mülkiyet düşmanlığı olarak” niteleniyor hemen. Ben de tepki çekeceğimi biliyorum. Hani Galilei, alçak sesle de olsa, yargılanmadan sonra, “Ama dünya yine de dönüyor” demiş ya, ben de, bağışlasın beni Galilei Galileo, kendisinden esinlenerek, “Ama yakışmıyor mülkiyet buralara” diyorum.

Sonra toparlıyorum kendimi ve daha yüksek sesle haykırıyorum: Mülkiyet, Bu Koylara Yakışmıyor!..

Beynimi kemiren bir soru: Nasıldır şimdi oralar acaba?

Ve şimdi gitsem oraya yeniden, girebilir miyim acaba?” diye düşünüyorum, Anayasa’nın, Kıyı Kanunu’nun açık hükümlerine karşın…

 

Yayınlanma Tarihi: Haziran 2012