insanlık çığlığı
Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK (Harita Y. Müh.)
[Bu yazıyı 10 yıl öne Suriyeli göçmenlerin dramı üzerine yazmıştım.
7 Ekim 2023 gününden bu yana hepimizin, bütün dünyanın gözü önünde Gazze’de bir soy kırım, bir insanlık dramı yaşanıyor.
Ve ben Gazze’de yaşanan insanlık dramı karşısında bir şey yapamıyor olmamdan dolayı eziklik ve utanç duyuyorum.
O günden bu yana onların çığlığı kulaklarımda…
Bu duygularla bu yazıyı, anayurtlarından kopmak zorunda kalan, koparılan, başka ülkelerde gelecek arayan tüm göçmenlere adıyorum…]
Oturuyoruz… Öğle yemeği sonrasının fiziksel yorgunluğunu sade Türk kahvesi ile savuşturmaya çalışıyoruz… Masanın üzerinde kitaplar, cep telefonları, odaların anahtarları. Sandalyelere asılmış çantalar. Sessiz bir ortam. İşletmeci özellikle müzik çalmıyor. İşletmeye köpek sokmuyor. Bu nedenle bizim aklımız fikrimiz pansiyona bıraktığımız köpeğimizde. Burayı sevdiğimizden, köpeğimizden bizi bağışlamasını dileyip geliyoruz buraya. Gelenlerin yaş ortalamasını çok az sayıdaki çocuk düşürüyor. Gençler tek tük. Bir zeytinliğin içine, ama çok az ağaç kaybıyla kurulmuş bir işletme burası. Yirmi odalı. Çevresindeki diğer zeytinliklere benzer tesisler kurulmadığı için izole bir tesis olarak ilgi görüyor. Bir istinat duvarıyla güvencelenmiş restoran sabah kahvaltısıyla, öğle ve akşam yemekleriyle müşterilerine yerel lezzetler tattırıyor.
Denizden birkaç metre yüksekte bir seddenin üzerine kurulmuş olan restoranda oturuyoruz. Birden, “Şambreli gördün mü?” diyor bir arkadaşımız. Gönülsüzce bakıyorum. Deniz, şambrel… Siyah ve yuvarlak bir görüntü, çocukluğumun Filyos Çayı günlerinden tanıdığım bir cisim suyun üzerinde yüzüyor… “Yan taraftaki koydan gelmiş olmalı,” diyor, biri. “Bir site var orada. Dün şu kayalıkları dönünce gördük. Oradan kaçırmış olabilirler,” diye açıklama getiriyor, bir başkası. Derken masaya dönüyoruz. Hava bunaltmıyor. Ne de olsa Midilli’nin karşısına düşen bu dinlence yerinde, Eylül’ün bu ilk günlerinde sonbahara daha yakın bir hava var. Güneşi kavurucu değil. Suyu da tuzuyla boğazı az yakıyor. Bazen ciddileşen, bazen gevşeyen muhabbetlere geri dönüyoruz. Midilli üzerine bildiklerini anlatıyor, deniz ve tekne tutkunu bir arkadaşımız. “Çizerek anlatsana,” diyorum. Okumakta olduğu kitabın en arkasındaki boş sayfaya adanın haritasını çiziktiriyor. “Çizdi” diyemiyorum. “Benzetti” diyeyim. Midilli’nin güneyindeki koyları anlatıyor, parmağıyla Midilli’nin görünen kıyılarını göstererek. Birden parmağı havada kalıyor ve, “Bir tane daha!” diyor. Muhabbet donuyor. Herkes birbirine bakıyor, sonra da gösterdiği yere. Aramızdan biri, ortaklaşa taşınan kaygıların sözcüsü olarak, “Bir bot batmış olmasın,” diyor.
Dünden bu yana gerilim içindeyiz zaten. Arkadaşlarımız gelirken yol kenarında bekleşen Suriyelileri gördüklerini anlatmışlardı. Gözlerindeki korkuyu, hareketlerindeki tedirginliği dile getirmişlerdi. Ve geçmişlerini sığdırdıkları bir sırt çantasından başka bir şeyleri yanlarına alamadan gelmişlerdi bu coğrafyaya… Bazılarının sırt çantalarını yastık yaparak dinlendiklerini anlatmışlardı. En çok da gözlerinin taaa içlerine bakan gözbebekleri belleklerine kazınmıştı. Etkisinden kurtulamadıkları bakışlar, umuda odaklanmıştı aslında; Ege’nin öte yakasındaki kıyılara… Dün bu atmosferin etkisinde otururken, denizden ve yelkenden anlayan dostumuz İstanbul’da ticaretle uğraşan kardeşinin komşusunun bu işten nasıl para kazandığını anlatmıştı. Bot ve motor satıyordu. Ve çok alıcısı vardı. Bu botlar şişirme botlardı ve yirmi-yirmi beş kişi binebiliyordu. Botun motoruyla birlikte maliyeti birkaç bin lirayı geçmiyordu. O nedenle alanlar, hedeflerine ulaşırlarsa botu batırıp vardıkları kıyıya çıkıyorlardı. Sohbet, mülteci bile yapmadığımız bu göçmenlerde, daha doğrusu kaçaklarda yoğunlaşmıştı. İstanbul’da iken yalnızca basından izlediğimiz bu olaylar, sohbetimizin ve dinlencemizin canlı konusu olmuştu. Derken birkaç saat geçti. Kaldığımız odanın önünde otururken, arkadaşlardan biri bana bir gazete uzattı. “Bak,” dedi, “Az önce konuştuğumuz bot…” Gazetede kocaman bir fotoğraf ve haberi… Gerçekten de az önce konuştuğumuz botun aynısı ve üzerinde yirmi dolayında kişi… Umuda yolculuğa çıkmışlardı…
Akşam yemeği öncesi oldukça geniş bir açıdan Ege’ye ve Midilli’ye bakarken, doğudaki kayalıkların arkasından bir deniz aracı dikkatimizi çekti. Daha dikkatli bakış, balıkçı motorlarıyla karşılaştırma vs. derken, bunun göçmenleri taşıyan bir bot olduğunda hemfikir olduk ve izlemeye başladık. Bot Midilli’ye doğru gidiyordu. Olduğumuz yerde çakılmış kalmıştık. Onlarla birlikte yolculuğumuz başladı. Onlarınki umut, bizimki tedirginlik ve hüzün yolculuğu… Ortalıkta resmi makamlarca yapılan bir müdahale yoktu. Sahil Güvenlik’e ya bilgi ulaşmamıştı ya da … Ağır ağır yol alıyordu bot. Bulutsuz bir gök kubbenin altında, belirsiz bir geleceği yeniden kurma hayalleri yol alıyordu. Ve bizler dışarıdan bu yolcuğun yolcuları olarak, gergin biçimde gözlerimizi bota dikmiştik. Bot, arkadaşımızın anlattığı bottu… Yolcular da gelirken gördükleri Suriyeliler… Bize anlattıkları gözler, bize bakar gibiydi. Bu kadar uzak da olsa, onlarla göz gözeydik artık. Sessiz bir köprü vardı aramızda. Ama onların bakışları, boş boş durmamıza, yalnızca izleyici kalmamıza batırılan iğnelerdi adeta. “Neden hava kararmadan gidiyorlar?” sorusu, “Varabilecekler mi?” tedirginliği… Ağır ağır yol alan bir şişme bot… Yaklaşılan hedef… Bitmeyen deniz milleri… Deniz’den, coğrafyadan iyi anlayan arkadaşımız, küçülen görüntüyü yorumlamaya çalışarak, “Artık bizim karasularımızda olamazlar. Sanırım geçtiler,” diyor. Yani Türk Sahil Güvenlik’inin etki alanının dışına çıkmışlardı. Zaten gelen-giden bir güvenlik botu da yoktu. Yarım bir rahatlama yaşadık. Yorumlarımız, değerlendirmelerimiz sürüyordu. “Neden Türkiye’de kalmıyorlar da Yunanistan’a gitmeye çalışıyorlar?” Umut, Avrupa idi anlaşılan. Bir Avrupa ülkesine kapıyı atmak. “Neden binlerce insan, ölümü göze alarak Akdeniz’den İtalya’ya ya da Yunanistan’a geçmeye çalışıyordu?”
“Biliyor musunuz?” dedi gruptakilerden biri, “İslam ülkeleri hiçbir şey yapmıyor. Hatta Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar vb. mülteci kabul etmiyor. Etseler de acaba bu insanlar gider mi? Ama asıl sorun, Ortadoğu’daki ortam nedeniyle başlayan bu insanlık dramının durması, daha da büyümemesi, var olan tablonun üstesinden gelinmesi için hiçbir şey yapmamaları… Ondan sonra ‘din kardeşliğine’ sığınmaları, inançlarıyla ne kadar bağdaşıyor?” Hava hafiften kararıyor ve bot giderek küçülüyor… “Madalyonun öbür yüzünde ise, zengin ve insan hakları havarisi Batı ülkeleri var. İsveç, 76 mülteci kabul edeceğini belirtiyor… İngiltere birkaç bin mültecinin ülkeye girişine izin vereceklerini belirtiyor. Almanya, ağlayan Filistin’li kıza karşı Merkel’in gösterdiği katı tavrını yumuşatmıyor. Bu mültecilerin, yaşanan dramın gerçek sorumlusu Amerika’ya botla gitme şansları zaten yok. Bu arada Türkiye’deki göçmen sayısı 2.5 milyonu geçiyor. Neyin insan hakları? Ansiklopedisini yazsalar ne olur?” Botu artık göremiyoruz…
Hava karardı artık. Bot, görme alanımızın dışına çıktı. Ama aklımızdaki soru bakışlarımıza asılı duruyordu. Midilli’den de bir müdahale gelmediği anlaşılıyor. Çünkü sahil güvenliğin gerek motor gürültüsü gerekse projektör aydınlığı rahatlıkla fark ediliyordu. Ama üzerimizdeki gerginlik yerini gevşemeye bırakmamıştı. Akşam yemeğine geçemiyorduk bir türlü. Ta ki, bir projektörün uzaktaki ışıkları masamıza düşene dek. Sonunda Yunan sahil güvenliği, olasılıkla onlar botları devrilmeden kıyıya vardıklarında yanlarına gelmişti. Onları geri gönderecek değildi ya… Artık karşı kıyıda bir çözüm bulunacaktı. Karanlığın çöktüğü saatlerde, Midilli’nin sahil yolunda bir araç, Midilli hapishanesinin olduğu yerden o yöne doğru gidiyordu. Güvenlik güçlerinin bu çıkartmadan haberi olmuştu demek ki. Biz de her hareketi yorumlamaya çalışarak, izlemeyi sürdürüyorduk. Bir süre sonra yaşam yine durdu… Artık olasılıkları konuşma zamanıydı. Ne oluyordu şimdi orada? Buradaki umut bakışlarının feri şimdi daha bir parlamış mıydı, yoksa bakışlara tedirginlik, hatta korku mu egemendi? Acaba kıyıya yanaştıklarında heyecanla suya atlayanlar olmuş muydu? Yanlarına aldıkları suları, ekmekleri kalmış mıydı? Derken o araç, olasılıkla gelen araç, geldiği yöne hareket etmişti. Farlarından anlıyorduk. Sanki rahatlamıştık. Masamıza döndük… Herkesin birbirine bakışından, masaya döndüğümüz anlaşılıyordu. Öyle sanıyorduk ki, onlar şimdi bir polis merkezine götürülecekler, temel gereksinmeleri karşılanacak, su içecekler, birkaç lokma bir şeyler yiyebileceklerdi. Artık benzer bir botla geri gönderilme olasılıkları zayıftı… Umuda yolculuğun ilk adımı, atılmıştı. Olasılıkla hepsi sağ salim kıyıya ulaşmışlardı. Artık bir Avrupa ülkesinin, Yunanistan’ın koruması ve kollaması altına girmişlerdi…
Bu buruk mutluluğumuz, şimdi yerini başka bir iç kararmasına bırakmıştı. İkinci şambrelden sonra bir mavi can yeleği, ardından üçüncü şambreli de sessizce karşılamış, hatta dürbünle izlemiştik. “Bu son olsun?” diye iç geçirirken, kaldığımız yerin batı tarafında bir ses yükseldi. Kulak zarlarıma yapışmış bir çığlık. Bir tek insanın sesi olması olanaksız olacak kadar yüksek ve hüzünlü… Bir grup insan, sayıları onlarla, belki yüzlerle nitelenecek insanın “Çığlık” tablosundaki insan gibi açılmış ağızlarından yükselen bir haykırış Ege’yi kapladı. Midilli kıyılarıyla, Dikili’den Çanakkale’ye kadar Ege kıyıları arasında salındıkça yükseldi. Sesi kulaklarım üzerinden duysam da kulaklarımı kapatma gereği duymuyordum. Çünkü ses kulaklarıma değil, yüreğime sesleniyordu. Dinlediğim ağıtların içinde en somut olanıydı. Sesin geldiği yöne baktığımda, kayaların açıklarında kırmızı bir parça gözüme çarptı. Arkadaşıma, “Görüyor musun?” dedim. Çıplak gözle baktı, bir şey görmedi. Dürbünü aldı, “Bir can yeleği,” dedi, “Şişirme bir can yeleği… Bir insanı taşıması olanaksız onun…” Çığlık ikiye, üçe, ona katlandı; beni kendine çekmeye başladı. Artık ben olmaktan çıkmış, sesin bir parçasına dönüşmüştüm… Bir insanlık çığlığı, bir can yeleği olup, doğuya doğru kayıyordu. Denizin dalga denemeyecek çırpıntıları, onu sürüklüyordu. Ayakta onu izlerken, bir tören objesi gibi önümüzden ağır ağır geçerken, insan olmaklığımın utancı küçültüyordu içimi. Hücrelerim yok oluyordu bir bir… Üzerine yüklediği tüm insanlık ayıplarını doğuya doğru taşıyordu can yeleği. Bir yandan da tüm insanlık ayıplarının sözcüsü olarak çığlığını büyütüyordu. Ege’nin anne kucağında, Ege’nin barış ortamında, Sivrice Koyu’nu, Assos’u, Kadırga Koyu’nu, Küçükkuyu’yu, Altınoluk’u, Ayvalık’ı izleyip, barışın kenti Didim’de belki kıyıya vuracaktı.
Dinlencenin tadı bir kez daha kaçtı.
Gazete haberleri, televizyon görüntüleri soyut olmaktan çıkmış, günlük yaşamımıza girmişti. Bir dramın gözbebekleri capcanlı önümüzdeydi. Bakmasan da varlığını sürdüren bir dram tüm gerçekliğiyle önümüzde duruyordu. Onları ülkelerinden koparan, üç bin kilometrelik bir yolculuktan sonra bu kıyılara getiren umut, yaşama umuduydu. Ama onların ülkelerini yaşanmaz duruma getirenler, kendi yaşamlarını sürdürüyordu. Ödünsüz ve duygusuz… Tüm Ege kıyıları boyunca, ellerinde sırt çantaları, naylon poşetleri, çocukları ile öbek öbek sıralarını bekliyorlardı. Onları buralara kim getirmişti? Buraya geliş nelere mal olmuştu? Hangi çıkar çetelerine neler kaptırmışlardı? Bazıları savaştan, bazıları onları buralara getirmekten kazandıkları paralarla sefa sürerken, onlar ne yiyip ne içiyorlardı?
Ve bazıları o kıyılara ulaşıyordu, bazıları ise ya ulaşamıyordu ya da ölüyordu. Buraya geldiğimizin ikinci günüydü. Sahil güvenliğin Ege’yi yaran gürültülü gidişiyle kafamızı kaldırdık. Boyunun üç katı kadar su kütlesini havalandırmış, büyük bir gürültüyle doğudan batıya gidiyordu… Kırk iki mil hızla yol alıyormuş. O kadar uzaktan duyulan, kilometrelere meydan okuyan bu kadar büyük bir gürültü… Gidiş yönüne baktığımızda, Babakale yönünde, uzakta üç-dört cisim… Hemen dürbüne sarılma… Evet bir başkası. Bu kez batı tarafından karşıya geçme girişimi… Üç balıkçı motoru ve bir bot. Sahil güvenlik hızla yanlarına yanaştı, hız kesti ve durdu. Balıkçı motorları mı ihbar etmişti? Neden etsinlerdi ki? Ama sahil güvenliğin haberi nasıl olmuştu? Olasılıkla balıkçılar… Ve yine olasılıkla botun motoru durmuş, yol alamaz duruma gelmiş ve durumu balıkçı motorları güvenlik güçlerine bildirmişlerdi… İzliyorduk… Çaresizlik… Lanet okumaları kulaklarımıza ulaşıyordu. Kızgınlık, hüzne karışmıştı. Tam yola çıkmışken, biraz yol almışken… O botu ve motoru satanlara sitemin ötesinde göndermeler… Şimdi bu masmavi ortamdan hangi karanlık ortama geri döneceklerdi? Ve belki de umutlarının bu son hamlesi için kaynaklarını tüketmiş olmaları nedeniyle nasıl sürecekti yaşam, yeni durumda? Şimdi bir balıkçı motoruna bağlanmış olarak Gülpınar yönüne doğru çekilirlerken, sönen umutların, çaresizliğin yansımaları dökülüyordu Ege’ye… Bazı diğerleri gibi başarılı olmamışlardı. Ama hiç olmazsa bazı diğerleri gibi batıp yaşamlarını da yitirmemişlerdi. Bu da yeni bir umut olmalı mıydı? Nasıl olacaktı?! Umut kıyılarının tersi yöne, bir balıkçı motoruna bağlı olarak yol alırlarken, yanlarında resmi bir güvenlik gücüne bakıp, biraz sonra ne olacaklarını düşünüyorlardı…
Ama dün Asos’a giderken eski Ezine yolu üzerinde gördüklerimiz bunlar olamazdı… “Bakın,” dedi arkadaşımız… Sol tarafa baktık dört kişi, sekiz göz… Dağı-taşı zeytin ağacı dolu bu coğrafyada, yol boyunca aralarından geçtiğimiz zeytin ağaçlarının altındaki bu insanlar, dün kıyıya çekilenler olamazdı. Güvenlik güçlerinin onları, “Hadi bugün başaramadınız. Sizi serbest bırakıyoruz. Bir daha ki sefere inşallah,” deyip serbest bırakmış olduklarını düşünemiyorduk. Zeytin ağaçlarının altlarına uzanmış, bazıları oturan, bazıları tedirginlikle sigara içen bu insanlar, zeytin dalının simgesi olan barışa sığınmış gibiydiler. Yol aldığımız araba yanlarından geçerken, bize güvensizlikle bakmaları içimize işlemişti. O etkiyle birkaç saat sonra geri döndüğümüzde, Ege üzerinde uçan F16’ların sesini duyunca, yine o gözler geldi, çevreledi masamızı… Savaşı çıkaranlar, savaş üzerinden servetlerine servet katanlar, savaş üzerinden ülkelerindeki yönetimleri belirleyenler, sefalet üzerinden beslenen gözü doymazlar, zeytin ağaçlarının altında bekleşen, buraya kimin tarafından ve nasıl getirildiklerini bilmediğimiz o insanların umutları üzerinden servet yapan insanımsılar… Onların umuruna değildi ki bunlar…
Acaba hem umudu arayan hem de derin kaygılar taşıyan kaç gözle karşı karşıya gelmişlerdi onlar? Gelseler bile bakabilmişler miydi? Ayrıca baksalar ne olacaktı? Ona “insan” değerini veremedikten sonra!.. Bütün sıfatlardan arınmış bir varlığın bakışına dönüştüremedikten sonra o köprüyü!.. O zaman içini kemiren bir şey olmaz!.. Daha doğrusu kemirmesine izin vermezsin!.. Benim içimdeyse sürekli bir huzursuzluk… Her seste denize bakıyorum. Bir sahil güvenlik botu mu? Bir kurtuluş çabası mı? Müdahale mi? Ya da bilinmedik ve görülmemiş izler mi?
Buraya yıllardan beri geliriz… Herkes yüzmeye gelir. Ben bugün öğle saatlerinde üç yüz metre uzunluğundaki taşlar üzerinde yürüyüşe çıktım. Yarın ayrılacağız buradan. İçimdeki bir dürtü beni bu kıyıya yönlendirdi. Taşların üzerine ininceye kadar toprak yokuşlardan çıktım, indim. Kurumuş toprak ve otlar, hafif kaymalara neden oldu. Başladım taşların üzerinde sıçraya sıçraya yürümeye. Kurumuş dalları severim. Dalgaların kabuklarını soyduğu, fazlalıklarını ve keskinliklerini törpülediği dallar… İlginç olanlarını toplarım…
Taşların üzerine dalgaların savurup attığı dallara bakıyorum gönülsüzce… Onlar değil aradıklarım… Onlara bakarken, denizden gelen başta pet şişeler ve naylon cisimler olmak üzere her türlü pisliği de görüyorum. İçim acır bunları görünce. Ama şimdi rahatsız olmuyorum. Onlar için de yürümüyorum bu taşların üzerinde. Dalgalar taşların arasında kırılıp, uysal suya dönüşüyor. Sesleri muhteşem… Ruhumun çırpıntılarıyla ahenkli bir orkestra eşlik ediyor yürüyüşüme. Hiç acelem yok. Yavaşım. Bazen dengemi yitiriyorum, sendeliyorum. Elli metre gittikten sonra, yerden bir çığlık yükseliyor. Can yeleğinden yükselen sesin aynısı. Arkam, yanlarım… Hayır önümden geliyor çığlık. Dikkat ediyorum, dikkatlice bakıyorum; bir sırt çantası… Olabilir… Ama çevresine dağılan eşyalarla birlikte bütünü gördüğümde sarsılıyorum. Çığlık boğazıma düğümleniyor. Dalgalar ve orkestra sesini kesiyor… Yalnızca çığlık, sırt çantası ve ben… Ne yapacağımı bilemiyorum. Önce “Karıştırsam,” diyorum kendi kendime. Belki bir kimlik… Ama ne önemi var ki, kim olduğunun?.. O, belki bu kıyılardaki yüzlercesinin simgesi… Dağılmış, taşların arasına sıkışmış kot pantolon, gömlek, iç çamaşırları… Ve ayakkabılar… Hepsi tek… Çifti olmayan… Aralarında daha sonra giyilmek üzere katlanmış çorap… Cep telefonunun şarj kablosunu görüyorum çantanın içinde. Bir de diş macunu tüpünü ve fırçasını… Fotoğraflarını çekiyorum. Çevreye bakınıyorum. Çığlık “Devam et!” dercesine iteliyor beni… Ama dönüp dönüp sırt çantasına ve çevresine dağılmış eşyalara bakıyorum… Tüm dengem kaybolmuş durumda… Taşların üzerinde yürümekte zorlanıyorum. Sık sık kayıyorum. Varmak istediğim uçtaki kayalara kadar önümde daha yüz, yüz elli metre var. “Dönsem mi?” diye geçiriyorum içimden, bir ara. Ama çığlık ensemde, sırtımda… İteliyor beni… Geri dönmem olanaksız artık… Vietnam malı bir şambrel, şişirilmiş biçimde duruyor taşların üzerinde. Patlamamış, havası inmemiş. Bu, olayın tazeliğini mi anlatıyor, bilemiyorum. Yorum yapacak durumda değilim zaten. Şapka almamışım yanıma. Bugün güneş beynimi kaynatıyor… Eskiden olmazdı böyle… Daha kötüsü ben üşüyorum. Ruhum hele, donuyor. Bir ara kaldığımız tesise bakıyorum… İskeleye… Denize… Yüzenler, yemek yiyenler, şekerleme yapanlar, kitap okuyanlar, hizmet edenler, aşçılar… İki-üç yüz metre uzağımdakiler… Ben taşların üzerinde kötüyüm… Giderek daha kötü oluyorum. Tek bir ayakkabı… Bir spor ayakkabısı. Yanında ünlü bir markanın logosu var. Gerçek mi, çakma mı? Ne önemi var? Isıttığı, koruduğu ayakların nerede olduğu belli değil… Yine bir sırt çantası… Ayakkabı falan yok… Yine dağılmış eşyalar… Dolu bir diş macunu tüpü çıkmış çantadan… Kot pantolonun üstünü deniz çayırlarının kurumuş otları örtmüş. Birkaç adım ötede başka bir tek ayakkabıyı görünce, dayanamıyorum artık. Geri dönüp taşların üzerinde koşmaya başlıyorum. Daha doğrusu koşmaya çalışıyorum. Çığlık önüme geçiyor… Yüreğimle zorluyorum onu. İteliyorum. Kayıyorum. Sendeliyorum. Donuyorum. Adım atmaya çalışıyorum. Taşlardan uzaklaşmak için yamacı tırmanmaya çalışıyorum. Kayıyorum. Israr ediyorum. Yukarıya çıkıyorum. Zeytin ağaçlarının arasından, deniz tarafına hiç bakmadan, hızlı adımlarla yürüyorum. Koşacak gücüm yok. Aslında kesildim. Toprağa bırakmam gerek kendimi. Enerjimi zorluyorum.
Neyse, tesisin hamaklarının oraya ulaşabiliyorum. Sırılsıklam ter içinde olduğumu fark ediyorum. Biraz soluklanıyorum. Nefesimi normalleştirmeye çalışıyorum. Nefes teknikleri… Derin nefes al. İçinde tut. Ağır ağır dışarı ver. Üç-beş kez yineliyorum bunu. Sonra yaşamın doğal biçimde sürdüğü restorana giriyorum. Garsonların alışıldık tebessümleri karşılıyor beni. Su istiyorum. Getirdikleri suyu, bir damla bırakmamacasına içiyorum, ayakta. Sırtımı dönüyorum, az önce geldiğim yere. Bakamıyorum. Tesisin tam tersi tarafa doğru yürüyorum, ne yapacağımı bilemeden.
Her gün olduğu gibi yine hava karardı… Son akşamımız bu akşam… Yemeğe oturduk… Midilli’nin ışıkları yandı. Kuzey yamaçlarındaki 5 yerleşmeyi seçebiliyoruz artık. Bir de sahil yolunu. Masaya getirilen bir şeyleri çatallıyoruz. Daha doğrusu çatallıyorum. Çok da iştahla değil. İlk geldiğimiz gün bütün Ege’yi ışığa boğan Ay’ın bu akşam kaçta doğacağını soruyoruz bu işleri bilen dostumuza. “Her gün 20 dakika gecikerek,” diyor. Hesap yapıyoruz. Kestirimde bulunuyoruz. Ay’ı bekliyoruz bir yandan. Restoranın ışıklarından yıldızları tam seçemiyoruz. Bir ara hamakların olduğu bölüme geçiyorum. Işıklar perdelenmiş olduğu için, daha bir karanlık burası. Başımı kaldırıyorum. Evet, Ay’ın yanı sıra, yıldız da toplanacak akşam bu akşam. Ellerimi uzatıyorum. Dolduracağım sepeti almadığımı fark edip, masaya geri dönüyorum. Oturduktan bir süre sonra, güney-doğu yönünden bir ses… Bir sahil güvenlik botu belli ki. Buranın tüm dinginliğini yırtan sesiyle ve karanlığa meydan okuyan projektörüyle neredeyse üzerimize doğru geliyor. Epey geldikten sonra, yine de bizim çok uzağımızda duruyor. Küçükkuyu, Altınoluk açıkları olmalı. Ses yok artık, yalnızca projektörün ışığı var. Tarıyor tüm kıyıyı. Bizim kıyılarımızı. Belli ki Yunan sahil güvenlik botu. “Mitillini’den gelmiş olabileceğini,” söylüyor bir arkadaşımız. Projektörün ışık huzmeleri bazen masamıza kadar geliyor. Öyle ki konumumuzdan rahatsız oluyoruz. Bot, bazen karartıyor projektörünü. Bazen açıp taramayı sürdürüyor. Yaklaşık bir saat sürüyor bu. “Gözdağı veriyor,” diyor bir arkadaşımız, “Biz buradayız, geçmeye kalkmayın. Kalın olduğunuz yerde,” gözdağısı… Caydırma mesaisi. Bir yandan “En azından bu akşam, bir umuda yolculuk denemesi olmayacak,” diye rahatlarken, öte yandan “Bu yakada kalsalar ne değişecek ki?” çözümsüzlüğü masada dolanıyor…
Artık geri dönüş zamanı. Ege Denizi, bırakılması zor olacak kadar dümdüz. En küçük bir çırpıntı yok. Kahvaltımızı ediyoruz. Hesabımızı ödüyoruz. Valizleri arabaya yüklüyoruz. Yola koyuluyoruz. Koyunevi Köyü’ne çıkan yoldan yukarı tırmanıyoruz. Balabanlı, Bektaş, Korubaşı köylerini geçiyoruz. Yol üstündeki Jandarma Komutanlığı’nı geçiyoruz. Direksiyondaki arkadaşımız arabayı durduruyor. “Bir dakika,” diyor, “Size bir şey göstereceğim.” O ara doğanın tüm sesleri yine bıçakla kesiliyor. Arkamızdan bir çığlık patlıyor, yeri göğü yırtıyor… Geri geri gidiyoruz. Jandarma Komutanlığı’nın açık kapısının önünde duruyoruz. “Bakın,” diyor… Çığlığın yönü bu. Bahçeden çığlık fışkırıyor. Yine yüreğime gelip yerleşiyor. Komutanlığın bahçesinde, bir sundurmanın altında yirmi-otuz Suriyeli oturuyor. Suriyeli olduğunu düşünüyoruz. Güncel bu. Başlarında askerler. Suriyelilerin gözleri yine üzerimizde. Ağızları açık. “Çığlık” tablosundaki gibi. Sesleri, bir çağrı. Sesleri, bir uyarış. Çığlıkları, bir umut. Çığlıkları, bir feryat. Konuşmadan, konuşamadan beş-on saniye bakışıyoruz. Hemen içeriden bir astsubay, ardından bir-iki er ellerini sallayıp, “Devam edin!” diyorlar, “Devam edin!..” Belli ki duyulsun, görülsün, kaydedilsin istemiyorlar. Anlamıyoruz. Anlayamıyoruz. Yani biz ya da bir başkaları hiç görmese, bu gerçek yok mu olacak? Orada gizlenecek bir durum mu var ki? Ayrılamıyoruz hemen. Bir-iki saniye daha bakıyoruz. Daha doğrusu bakışıyoruz. Donmuşuz, kalmışız. Ben yine kulaklarımı kapatmaya gerek duymadan çığlık oluyorum. Bu arada askerlerin elleri daha bir hızlı sallanıp, sesler “Durmayın, devam edin!” diye yükseltilince, yeniden ve çekinerek hareket ediyoruz.
Arabada sohbet bitti. Sustuk. Neyi konuşacağız ki? Hepimizde bir dalgınlık. Önümüze, yola bakıyoruz da gördüğümüz bir şey var mı ki? Behramkale, Ayvacık… Gidiyoruz… Çığlıksa yanı başımızda, geliyor bizimle… İnsanların çığlığı, insanlık çığlığı…
Biz oradan uzaklaştıkça, aklımız, fikrimiz, Ege kıyılarında kalıyor. Kıyı orada, biz yolda, aklımız orada…
Jandarmaların sığınmacıları, umudu karşı kıyıya ulaşmakta arayanları, komutanlık bahçesine tıkıştırmış olması bir kurtuluş mu, umutların tükenmesi mi, güvence mi? Belli değil… Biz de emin değiliz.
Dün akşam sahil güvenlik yüzünden botla karşı kıyıya hareket edememiş olmalarına mı sevinmeli, hiç olmazsa bir kazaya uğramadıkları için… Bilemiyoruz…
Şimdi yakalanmış olmaları onları umut yolculuklarından kopardı mı? Bunu isterler miydi? Yani bu bahçede olmayı mı, dalgalarla mücadele ediyor olmayı mı? Emin değiliz…
Bu insanlık çığlığı, ne zaman Ege’yi aşacak da birilerinin egolarını, çıkarlarını, rahatlarını, sefalarını rahatsız edecek?
Ne zaman?..
Bunu da bilmiyoruz…
Yazılma Tarihi: İmbat Motel-Levent, 03-05.09.2015
Yayınlanma Tarihi: 19.10.2025