muhteşem bir yolculuğun sıradan başlangıcı
Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK
(Harita Y. Mühendisi)
Nazım Hikmet, 1 Haziran 1958 günü, Romanya'da Karadeniz'e dökülen Tuna Nehri kıyısına gelince, “Tuna Üstüne Söylenmiştir” şiirini yazmış:
Gökte bulut yok,
söğütler yağmurlu,
Tuna'ya rastladım,
Akıyor çamurlu çamurlu
hey Hikmet'in oğlu, Hikmet'in oğlu!
Tuna'nın suyu olaydın,
Karaorman'dan geleydin,
Karadeniz'e döküleydin,
mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin..
geçeydin Boğaziçi'nden,
başında İstanbul havası,
çarpaydın Kadıköy iskelesine,
çarpaydın, çırpınaydın,
Vapura binerken Memet'le anası.
Bu şiir, edebiyatımızın en etkileyici “özlem” şiirlerinden biridir… Zaten “Nazım” demek, “kavga+özlem+aşk” demektir bir anlamda…
Memet’e ve onun anasına duyduğu özlemi her yerden haykırmıştır; Romanya’dan, Varna’dan…
Ülkesine özlemi her yerden haykırmıştır.
“Memleketim” şiirindeki özlemi ve sevgiyi, bu ülkeyi geçmişte ve bugün yönetenlerin kaçı, Nazım’ın düzeyinde duyumsayabilmiştir?
Bir Almanya gezimizde Füsun’la kafaya koymuştuk. Karaormanlar’a gidecek, Tuna’nın doğduğu yeri, kaynağını bulup görecektik.
Almanya'nın Baden-Württemberg eyaletinde yer alan Karaormanlar, zaten Almanya’nın en nefis doğa dokularından biriydi, biliyorduk… Görmeyi çok istiyorduk.
Bizi oraya sürükleyen ana dürtüyse, şiirdeki
Tuna'nın suyu olaydın,
Karaorman'dan geleydin,
Karadeniz'e döküleydin,
mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin..
dizeleriydi… Bir de bu şiiri besteleyen dostumuz Ömer Özgeç’in o inanılmaz tınıları…
(Bu yazıyı okurken, fonda belki Ömer Özgeç’i dinlemek istersiniz: https://www.youtube.com/watch?v=1JiChTzPLA8)
Sözleri ve tınıları yanımıza alıp gidecektik kaynağa…
Karaormanlar’da Gengenbach adında, 11.000 nüfuslu, rüya gibi bir kasabada konakladık. Orta çağdan kalma dokusu korunmuş bu kasabada otelimize yerleştik. Bir kent yürüyüşüne çıktık. Bozulmamış tarihi dokusu, korunmuş evleri, temiz sokakları ile çok güzel, curcunasız, dingin bir kentti. Bu yürüyüş sırasında akşam yemeğini yiyeceğimiz restoranı da belirledik. Akşam da gittik, çok güzel bir ortamda yemeğimizi yedik.
Restorandan çıkarken, uzak doğu kökenli olduğu yüzünden anlaşılan orta yaşlı garson bizi kapıda durdurdu:
“Türk müsünüz?” dedi.
“Evet” dedim.
“Neresinden?” dedi.
“İstanbul” dedim.
“Sultanköy’ü biliyor musunuz?” dedi.
Haydaaaa!
“Evet, Silivri’yi geçince” dedim.
“Benim eşim Türk. Orada evimiz var. Her yaz oraya gidiyoruz…” dedi.
"Dünyanın küçük olduğu"nun bir kanıtı daha...
Tebessüm ettik karşılıklı…
Yaşamın keyifli rastlantılarından biriydi.
Akşam otelde kaynağın konumunu yine çalıştık.
Tabii ki basılı haritada değil.
Google earth üzerinde…
Ve sabah kahvaltıdan sonra, navigasyonumuzu ayarlayıp, yola çıktık.
Altmış kilometre yol gideceğiz, Karaormanlar’ın içinden…
Bu da işin başka bir keyif noktası…
Hiç acele etmeden, sağımızı solumuzu sindire sindire yolculuk ettik.
Çok yaklaştığımızı görünce, önümüze çıkan bir park yerine park ettik arabayı.
Yürümeye başladık.
Yol genişletme çalışması var. İki çalışan, toprağın üzerine serilmiş mıcırı sıkıştırıyor, bir makineyle; sabırla ve özenle… “Bas asfaltı, geç” kardeşim diye laf atasım geliyor.
Yürüyoruz.
Temmuz sıcağı…
Dört yüz metre yürüdükten sonra, yol bir köprüye kavuşuyor. Köprünün üstünden sağımıza solumuza bakıyoruz.
Ortada açıklayıcı bir tabela da yok. Ya da biz görmüyoruz.
Geldiğimiz yerden emin değiliz.
Ortada hiçbir olağanüstülük yok.
Altından bir çayın aktığı köprüyü geçiyoruz.
Bir başlangıç, bir kaynak arıyoruz.
Köprüyü geçtikten sonra sol tarafta bisikletiyle çıktığı tura ara vermiş, sandviçini yiyen biri toprağın üzerine uzanmış.
Kendisine soruyorum.
Lokmasını aceleyle çiğniyor. Oturma durumuna geçiyor.
Yutkunduktan sonra açıklıyor: Parmağıyla köprünün altından akan çayı göstererek, “Şu Breg Çayı ile”; sonra dönüyor ve uzakta bir yeri işaret ederek, “Şuradaki Brigach Çayı”; sonra sağa dönüyor ve yine aynı parmağıyla bir yere işaret ederek, “Şu noktada, görüyor musunuz, şurada birleşiyor ve Tuna Nehri başlıyor” diyor.
Sandviçinden bir parça daha ısırıyor.
Ama ben, parmağımı uzatıp göstererek, “Orada mı?” diye soruyorum.
Çünkü şaşkınız.
Heyecanlıyız da…
“Orada” diyor.
İki küçük çayın birleşmesinden doğan Tuna’ya bakıyoruz.
Hiçbir olağanüstülüğü olmayan, sıradan, doğal bir başlangıç.
Tuna Nehri’nin her gün yeniden, aynı alçakgönüllülükle doğduğu yer.
İki tane, “nehir” denemeyecek, en iyimseri “çay” denilebilecek su yolu, belki de yüzyıllardır kavuşuyor bu noktada…
Her saniye yeniden kavuşuyor…
Tuna’yı bilenlerin adlarını bilmediği iki su yolu birbirine kaynaşır kaynaşmaz, Tuna’ya dönüşüyor.
Artık Tuna oluyor suları.
Birleşmeleri de kaynaşmaları da Tuna olmaları da doğanın doğallığı içinde oluveriyor.
Her olma, her an olma, aynı sıradanlıkta; ama her kavuşma diğerine benzemeksizin…
Kış sonrası bahar başı belki daha çağıltılı…
Sonbahar başında daha sessiz…
Biz yazın içindeyiz.
Biraz ses var yine de…
Çevreye bakıyorum; on kişi sayamıyorum.
“Teşekkür” edip, adamı sandviçi ve bisikletiyle baş başa bırakıyoruz.
Ama şaşkınız.
Köprünün öbür tarafında, geldiğimiz yönde ağaçlıkların uzantısında bir platform var.
Oraya gitmeye karar veriyoruz.
Füsun’la köprüyü gerisin geri yürüyoruz.
Ağaçlıkların arasına yapılmış ahşap yürüyüş yoluna giriyoruz.
Neyse aklım başıma geliyor.
Cep telefonumu çıkarıyorum.
Video çekmeye başlıyorum.
Ağaçların arasından kıvrılıp giden ahşap platformda yürürken, bir yandan açıklama yapıyorum, kayda geçmesi için: “Şimdi Tuna Nehri’nin başladığı noktaya doğru yürümeye başladık…”
Çevremizde Karaormanlar, bitkiler, ağaçlar, sesleri yanımızdaymış gibi duyulan kuşlar…
Platformun ucuna kadar gidiyoruz. Korkuluklara tutunuyoruz. İki çaya, Breg ve Brigach çaylarına, birleşmelerine, o noktaya bakıyoruz.
O noktada, birleşme noktasında duruyor bakışlarımız.
Birleşir birleşmez Tuna oluveren şu gördüğümüz sular ne zaman Nazım’ın şiiri yazdığı noktaya ulaşır acaba?
Aklımıza takılıyor…
Nice sonra kendimize gelip, fotoğraf çekmeye başlıyoruz.
Bu anı belgelemek istiyoruz.
Fotoğraflarla, videolarla kayıt yapıyoruz.
Tek tek, birlikte, birliktesiz…
Her karede o nokta, birleşme noktası var.
O kadar sıradan…
O kadar masum…
Bu başlangıçtaki su zerrecikleri, bin bir değişimden, kılıktan kılığa girişten sonra, kaç günde Karadeniz’e ulaşıyorlardır acaba?
“Neden bir şişe getirmemişiz yanımızda!” diye söyleniyorum Füsun’a; bir not koyar içine, atardık… Belki de, Nazım’ın dediği gibi Kadıköy İskelesi’ne varırdı…
Çevreye bakınıyoruz.
Bir taş duruyor, çiçeklerin, bitkilerin arasında; “Donau, 2779” yazıyor. wikipedia’ya göre, 2.857 km… Her gün-her saniye, yaz-kış yeniden başlayan 2.779 km’nin başı…
Ve biz bu 2.779 kilometrelik yolculuğun ilk anlarına tanıklık ediyoruz.
Alçakgönüllü bir başlangıcın ilk anlarına…
O anki başlangıcın o anlarına…
Fotoğraf çekimleri bitince aklımıza geliyor: Sahi bizi buraya getiren temel duygularımız neydi?
Füsun’la birbirimize bakıyoruz.
Ve…
Füsun, Ömer Özgeç’in bestesiyle Tuna Üstüne Söylenmiştir’i söylemeye başlıyor platformun üzerinde…
Tuna'nın suyu olaydın,
Karaorman'dan geleydin,
Karadeniz'e döküleydin,
“Dur!” diyorum.
Duruyor.
“Baştan” diyorum.
“Neden?” diyor.
"Video olarak kaydetmemiz gerek…"
Ben videoyu başlatıyorum…
Füsun söylemeye baştan başlıyor…
Ömer’e göndereceğiz bu kaydı…
Füsun’un söylemesi ve kayıt bittikten sonra (2 kere kayıt yaptık ne olur ne olmaz diye) yine susarak seyretmeye dalıyoruz.
“Bütün başlangıçlar zordur (Alle Anfang ist schwer)” diye bir deyimin olduğu Almanya’da, basit, sıradan, önemsiz, kolay gibi görünen doğal bir başlangıca odaklanıyoruz.
Öylesine sıradan…
Öylesine sessiz…
Sonrası mı?
Sonrası…
Zamanın en küçük biriminde şaşmadan, aksamadan, gece-gündüz, sıcak-soğuk demeden o yolculuğu başlatacak…
Artık Tuna olmuş olarak…
O sıradan birleşmeyle artık Tuna’ya dönüşecek o sular, on bir ülkeden geçecek…
On bir ülkeden geçerken, 27 büyük, 300’den fazla küçük dere-çay-nehir, kendisine katılacak; Tisa, Prut, Drava, Sava, Olt, Siret ve Inn gibi 500 km’den uzun olanlar da dahil, hepsinin sularıyla daha da zenginleşecek, ülkeler üstü olacak, kabını da kalıbını da zorlayacak, coşacak…
On bir ülkede yatağı daralacak, genişleyecek…
Baharda taşacak suları, yazın değişmeyen yatağına dönecek…
Vadilerde dağların kayalarını dövecek, canavarlaşarak…
Ovalarda sakinleşecek, yatışacak, yavaşlayacakebisi artacak, azalacak…
O, gemileri taşıyacak üzerinde; gemiler, yolcularını, yüklerini…
Aynı anda on bir ülkenin yurttaşları piknik yapacak kıyılarında…
Sabah sporu için kıyısına inecek, on bir ülkenin yurttaşlarının bazıları…
Bazıları da banklara oturup geçen gemileri izleyecek…
Gemilerdekiler de kıyılarda oturanları…
Kahverengileşecek, yeşilleşecek, grileşecek, kararacak ve en sonunda mavileşecek…
Sanatçıların esin kaynağı olacak…
Johann Strauss, üzerine Mavi Tuna Valsi’ni besteleyecek… Yalnızca on bir ülkenin değil bütün ülkelerin insanları bu müzikle dans edecekler…
Nazım Tuna Üstüne Söylenmiştir’i yazacak…
Ömer besteleyecek…
O alçakgönüllü başlangıç, bin bir türlü yaşamın kaynağına dönüşecek…
İnsanlara yaşam verecek…
Kentlere yaşam verecek…
Tarlalara yaşam verecek…
Her türden canlı varlığa yaşam taşıyacak…
2.779 km boyunca…
Sonra o sular Tuna’nın suyu olmaktan çıkıp Karadeniz olacak… Marmara olacak… Ege olacak… Akdeniz olacak… Okyanus olacak…
Ve muhteşem bir yolculuk sırasında gerçekleşen bütün bu olaylar, o sıradan başlangıçtan sonra olacak…
İlk Taslak: Gengenbach, 01.07.2024/20.30
(Yayınlanma Tarihi: 15.08.2025)