aramak…
Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK
Harita Y. Mühendisi
Benim için özel olan bu yılda ve bu ayda “aramak” başlıklı bu yazıyı özellikle yazmak istedim.
Bu aya kadar da aradığım çok oldu tabii ki; bundan sonra da süreceği gibi…
Aramak, var olmamın ayrılmaz bir dürtüsü…
Hep benimle olan, beni hiç terk etmeyen bir dürtü…
Bazen kendini gölgeye çekse de, varlığını hep duyumsatan bir kaynak…
Öte yandan bir uyarıcı…
Yaşamımın boşluklarının azalmasını sağlayan bir kontrolör…
Evet öyle…
Böyle deyince, “Nasıl aradığım?” sorulacaktır.
Lou MARINOF, “Prozac’ı Bırak Platon’a Bak” adlı kitabında, “unutmuş veya ihmal etmiş olduğu kendini inceleme” yöntemleri arasında “Sokratesçi yöntem”e özel bir yer verir. Nedir bu yöntemin özü? En son yanıtları almak için bir dizi soru sormak… Sokrates'in ünlü özdeyişi, “Sorgulanmayan yaşam, yaşamaya değmez” deyişi, düşünürün “nitelikli bir yaşam sürmek en önemli şeydir ve bunu öncelikle sorgulama yoluyla başarırız” inancını özetlemektedir.
Ben de bu özette belirtildiği gibi arıyorum, yani sorgulayarak…
O, yani arama dürtüsü, yani sorgulama aracı oturtuyor beni, gözümün içine bakarak, “Eeee?” diyor.
Öyle ki, akşam oluyor, gün batıyor, hava kararıyor…
Bakıyorum, uyumadan önce; bulduğum bir şey yok.
Bulabildiğim.
Diyeceksiniz ki, “Herkes her gün yeni bir şey bulsa!”
Sekiz milyar dünya nüfusu…
Hadi ülkemiz özelinde düşünelim, seksen beş milyon…
Kuşkusuz bu yaklaşım spekülatif olur.
Spekülatif olmaması için, arayanları sınırlandırsak, yüzde kaç dilimi oluşur?
Bu hesabı yapmak da olanaklı değil.
Bence gerek de yok.
Ben, kendi adıma, bunu düşünerek aramıyorum.
“Örneğin” diyerek yazdım bunları.
Benim, “Hangi dilime girerim?” diye bir kaygım da yok.
Zamandan, mekândan ve de miktardan bağımsız benim arayışlarım…
Arayış buralara sığmıyor çünkü.
Ama buralar da arayışa yetmiyor.
“Buralar,” derken; zaman ve mekân…
Miktar da bir büyüklük, bir oylum çağrıştırıyor.
Bununla da bir işim yok.
Ama arıyorum ben…
Hemen sorulacak bir sorudur, biliyorum;
Neyi arıyorum?
En başta, kendimi…
Blaga DIMITROVA, “Kendini Aramak” şiirinde, “umutsuzca insan aradıktan" sonra, “Yapacağın biricik şey kalıyor / kendi kendini aramak” diyor…
Kendi kendini aramak…
O nedenle öncelikle kendimi arıyorum…
Murathan MUNGAN, “Dumrul ile Azrail” öyküsünde, “Belli, yalnızca yaşamak için istemiyordu yaşamda kalmayı; kendini bulmayı tamamlayamamıştı daha ve bunu ancak şimdi anlıyordu,” diye yazar ya…
Tam da bu anlamda, kendimi bulmayı tamamlayamamanın arayışı benimki…
Bu önceliğimden fırsat buldukça da her şeyi arıyorum…
Belki yanlış bir düşünce, ama kendimi tam bulursam, her şeyi daha tam kavrayabileceğimi düşünüyorum.
Bahçemde gezinip duran saksağanı, örneğin…
Evimizdeki pitbull’umuzun sevgisini, dostluğunu, güvenini…
Sanal bir müze gezisinde insanoğlunun ayak izlerini…
Gök gürültüsünü…
Denizi süt havuzu yapan dalgaları…
Kuşkusuz bunları, duyumsuyorum, görüyorum, kısmen de olsa anlıyorum…
Mekânlarımıza, doğamıza, doğal varlıklarımıza baktıkça, tarihsel ve kültürel varlıklarımızı gördükçe, var olan durumu daha kapsamlı anladıkça üzülüyorum.
İnsanoğlunun açgözlülüğü, ille de sahip olma hırsı, verdiği zarar beni çok rahatsız ediyor.
Bu yıpratmaya bir “Dur!” demek için aramaya başlıyorum, ne yapabileceğimi…
Elimden neyin gelebileceğini arıyorum.
Aklımın, bilgimin ve birikimlerimin sınırlarını zorluyorum.
Bu amaçlara ulaşmak için daha fazla derinleşmek gerekiyor…
Derinleşme çabalarım, arama duygusuyla kazılıyor…
Aslında aradıklarımı belirlemek tamamen elimde olsaydı, seçerdim, sınırlandırırdım, sayılarını azaltırdım.
Ama öyle de olmuyor.
Kaynağını tanımlayamadığım bir pınar, alttan üste kaynıyor.
Bazıları bunu “merak”ın kaynattığını söylüyor…
Kaynak ne olursa olsun, o kaynama sırasında aradıklarım yarışıyor birbirleriyle…
En üste çıkmaya çalışıyorlar.
Protokol sandalyesi yarışı gibi…
Öne geçmek, ön sırada oturmak çabaları var…
Sert bir itiş kakış bu…
Bazen zarar verici…
Onlara girişte bilet kesmem gerekiyor, salonda düzeni kurabilmek için…
Ama bir şey diyeyim mi, benim aramak için uyanmam gerekiyor…
Uyanmak dediğim, güneşin doğuşu değil.
Yanlış anlaşılmasın!
Günün hangi saatinde olursa olsun, uyanışım arayışı başlatıyor çünkü.
Ondan sonra her anım aramakla geçiyor.
Bulduklarım çok sayılı olsa da…
“Sayılı” dediğim, sayıları az olsa da.
“Sayıları az olsa da” dediğim, o gün, o hafta, o ay hiç olmasa da…
Bu çabanın en önemli yanı bence bulmak değil.
Bulamamak…
Buluyorsan, az bulmak…
Bulduysan, küçük bulmak…
Sayılır bulduysan, hemen sayabilecek kadar bulmak…
Tartıyorsan, hafif olması…
Ne bulduysan, noktayı koymamak…
Noktasız aramak…
Bazen hemen, aniden, birdenbire bulmak çok keyifli olsa da zamana yayılmak…
Yollara…
Çünkü asıl olan, arama yolculuğu…
Daha doğrusu, yolculukları…
Bulsan, bitecekmiş gibi görünen; bulamadığında da bitmeyeceğini bildiğin bir arayış bu…
Ama bulsan da bulmasan da bitmeyen yolculuklar…
Her şeyi bulduğunu asla düşünmediğin, önceden tasarladıklarına hiç uymayan yolculuklar bunlar…
Elindeki asanın kısaldığı, ayakkabılarına da sıkça veda ettiğin yolculuklar…
Bitmesini hiç istemediğin ise, bu yolculukların sürprizleri…
Anayoldan sapışlar…
Patikalar…
Yokuşlar…
Soluklandığın ova yolları…
Kendini sırt üstü bırakıverdiğin çimenler…
Ağaçların en yoğun gölgeleri…
Susuzluğunu giderdiğin nehir kıyıları…
Anlatabileceğin buluşlarını not etsen de not defterlerine sığdıramadığın soru işaretleri…
Bir ufuktan, bir gün batışından, bir tan yerinden gelen çağrı…
Kayıtsız kalınamayan…
Çeliştiğim olur zaman zaman…
Zaman zaman ne demek!
Çelişki olmasa bu arayışlar başlayamazdı ki!
Yolculuğun dinamosu o çelişkiler…
Zaman zaman dediğim, yani devinimsiz zamanlarım da olur doğal olarak…
Ama çelişkili anlarım dürter her şeyi; ayaklarımı, duygularımı, nöronlarımı…
Gün batımları mı, yoksa gün doğumları mı daha fotografiktir…
Ama aramak, fotoğraf çekmek değil ki!
Albüm oluşturmak da değil!
Gün doğumunun da gün batımının da ağırlığı aynı bu yolculukta.
Öğlenin de ikindinin de…
Torbaya bir şey atmak değil çünkü aramak…
Heybeyi doldurma çabası değil…
Neyi doldurma çabası mı?
Kim sordu bunu?
Dolmayan bir kuyu, bulduklarını attığın…
Bulunanlar…
Birisinin ben de buldum atayım diyeceği bir kuyu da değil bu…
Yerinde sabit olmayan bir kuyu da değil…
Aç, hiç doymayan, kendini tokluğa kapatmış bir kuyu…
Yani doyurmaya da doldurmaya da çalışmaya gerek yok…
Doldurup dolduramadığınla değil, atıp atamadıklarınla ilgili bir durum bu…
Bu arayış, gündüzsüz, gecesiz…
Bazen karamsarlığa düştüğüm anları olan…
Bulamamanın telaşına düştüğüm…
O durumlarda Nietzsche gelir usuma… Düşünür, “Böyle Söyledi Zerdüşt (İthaki Yayınları)” kitabında, “Kendini yakmak istemelisin kendi ateşinde; nasıl yeniden doğmak isteyebilirsin ki, önce kül olmadan?” der…
O zaman, bulamadıysam aradığımı, çakmağımı bulmalıyım önce, ruhumun derinliklerine düşürdüğüm…
İçimden yükseltmeliyim bu ateşi…
Küllerde aramalıyım aradığımı…
Böyle bir şey, benim için aramak…
Arayış, benim yaşam enerjimin kaynağı…
Beni diri tutan,
Heyecanla uyandıran,
Uykularımı pencereden fırlatıp atan
O…
Beni yaşamda tutan,
Tetikte tutan,
O…
“Aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamazmış…”
Bu nedenle bulduğumu kaçırmamak için ceketimi, gömleğimi, pijamamı çekiştirerek uyaran,
O…
Yaşadığım sürece yaşamımın bir parçası…
Mutluyum onunla birlikteliğimden…
Ben yaş alırken onun hep genç ve enerjik kalmasından da…
Böyle işte, aramak…
(Yayınlanma Tarihi: 20.06.2025)