Seçimlik
Üyelik Girişi

Anasayfa

CELLADINA AŞIK OLMAK…

Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK
(Harita Y. Mühendisi)

Birçoğumuzun kafasına takılan bir konudur.

“Elim kırılaydı da ona oy vermeseydim” diye başlayan pişmanlıkların arka planıdır.

“Celladına aşık olmak” diye nitelenen bağımlılıklardır.

Şaşırıp kalırız…

Bunca ayyuka çıkmış kötülüğe karşın, birinin peşine takılıp gitmeyi anlayamayız.
Yorumlamakta zorlanırız.

Büyük usta Lev Nikolayeviç TOLSTOY, Savaş ve Barış[1] romanı için 1868 yılında yazdığı yazıda bu bağlanmanın, bağımlılığın, vazgeçememenin arka planını yazmış.
Buyurun…


(6) Altıncı ve son husus ise: Tarihsel olaylar içinde yer alan, sözüm ona büyük adamların önemini yeterince belirtmeyişimle ilgilidir ki, bana göre, onlara verilmesi gereken önem de zaten bu kadar olmalıdır.

Son derece önemli olaylar bakımından bu kadar zengin, hakkında sayısız söylenceler bulunan, yaşadığımız döneme bu kadar yakın, böylesine trajik bir tarihsel dönemi incelerken şu apaçık gerçeği gördüm ki, tarihsel olayları oluşum süreçleri içinde kavrayabilmek, insan zekasının harcı değilmiş. 1812 olaylarının nedenlerinin Napolyon'un herkese tepeden bakan tutumu ile İmparator I. Aleksandr'ın yurtseverce tutumunda direnmesi olduğunu söylemek (ki, bunu söylemek herkesin çok kolayına geliyor) de en az, Roma İmparatorluğu'nun, bir barbarın batıya doğru akın etmesi ve o sırada Roma'nın başında çok kötü bir yöneticinin bulunuyor olması dolayısıyla yıkıldığını söylemek kadar ya da hatta altı kazılmakta olan koskoca bir tepenin, işçinin elindeki kürekle şöyle bir dokunuvermesi yüzünden yıkıldığını söylemek kadar anlamsızdır.

1812 Seferi gibi, milyonlarca insanın birbiriyle savaştığı ve yarım milyon insanın öldürüldüğü dev boyutlu olay bir tek insanın iradesine bağlanamaz. Bir tek işçi koskoca tepenin devrilişinin nasıl tek nedeni olamazsa, beş yüz bin kişiyi tek başına ölüme sürükleyebilecek hiçbir insan da düşünülemez. Öyleyse, asıl nedenler neydi? Kimi tarihçi çıkıp neden olarak Fransızların saldırganlığı ile Rusların yurtseverliğini gösterir. Kimi çıkar bu nedenleri Napolyon'un ardına takılan çapulcu sürülerinin Fransa dışına taşıdığı demokrasi fikrine, Rusya'nın Avrupa ile ilişkilerini pekiştirmek zorunda bulunuşuna vb. bağlar. Peki, ama neden milyonlarca insan birbirini boğazlamaya başladı? Kim söyledi onlara birbirlerini öldürmelerini? O insanların hepsinin de, birbirlerini boğazlamakta hiçbir çıkarları bulunmadığını, tam aksine, bundan tümünün de zararlı çıkacaklarını biliyor olmaları gerekirdi. Öyleyse neden yaptılar? Bu anlamsız olayla ilgili olarak daha da eskilere dayanan birtakım nedenler bulmaya çalışılabilir ve hala da çalışılmaktadır, ama bu tür açıklama girişimlerinin akıl almaz sayılara ulaşması ve hepsinin de dönüp dolaşıp yine aynı noktaya varıyor oluşu da zaten nedenlerin birden çok olduğunun, bunlardan herhangi birinin tek neden sayılamayacağının en sağlam kanıtıdır.

Dünya kuruldu kurulalı insan öldürmek fiziksel açıdan da, ahlaksal açıdan da kötü bir iş sayılageldiği ve bunu bilmeyen kalmadığı halde neden milyonlarca insan boğazlaşmaya başlayıveriyor? Nedeni, tıpkı güz gelince arıların birbirlerini öldürmek suretiyle yerine getirdikleri ya da erkek hayvanların birbirlerini öldürmelerine neden olan en temel zoolojik yasanın zorlayıcılığıdır. Bu korkunç soruya, bundan başka bir açıklama bulamıyor insan.

Bu öylesine apaçık bir gerçek, aynı zamanda da insan benliğinin öylesine ayrılmaz bir parçasıdır ki, eğer insanoğlunun vicdanında, her yaptığı işi kendi özgür iradesiyle yaptığına ilişkin o duygu olmasaydı, bu gerçeği kanıtlamak için uğraşmaya bile gerek kalmazdı.

Tarihi, geniş bir görüş açısından incelediğimiz zaman her olayın öncesiz ve sonrasız bir yasaya göre ortaya çıktığına inanmamak elden gelmiyor. Ama tarihi kişisel bir görüş açısından ele aldığımız zaman tam aksine inanıyoruz.

İster hemcinsini boğazlayan bir insan olalım, ister Niemen Irmağının geçilmesi emrini veren Napolyon olalım, ister orduya kabul edilmek için elinde dilekçesiyle bekleyen ya da silahını doğrultan veya silahını yere indiren sen, ben olalım, hepimiz de her hareketimizde bir irade-i cüziyeye (elindeliğe) sahip olduğumuza, her hareketimizin akla yakın bir gerekçesi bulunduğuna gözü kapalı inanırız; yaptığımız işi yapıp yapmamakta özgür olduğumuz inancına sahibizdir. Bu inancımız o kadar köklüdür ve bizler için o kadar değerlidir ki, (başka insanların davranışlarında özgür olmadıklarına bizi inandıran) tarih biliminin ortaya koyduğu bütün kanıtlara, suçla ilgili istatistiklere rağmen yine de bütün davranışlarımızın özgür irademiz altında gerçekleştiğini savunmaktan bir türlü vazgeçemeyiz.

Buradaki çelişkiyi çözümlemek olanaksız gibi görünüyor. Kendim bu işi yaparken bunu doğrudan doğruya özgür irademle yaptığıma inanıyorum, ama yaptığım o işi tüm insanlığın yaşamıyla olan ilişkisi içinde (yani, tarihsel önemi açısından) ele aldığım zaman söz konusu eylemimin determinizm yasasının zoruyla yapıldığı inancım ağır basıyor. Yanlış nerede? Gerçekleştirilmiş bir eylemin geçmişteki bir dizi (sözüm ona) özgür nedene dayandığını kanıtlamak için insanın yetkinliği üzerine sürdürülen psikolojik gözlemler (ki, bu konuyu başka bir yerde daha etraflıca ele alacağım), insanın belli bir işi yerine getirmekte irade-i cüziyeye (elindeliğe) sahip bulunduğu görüşünün yanlış olduğunu doğrulamaktadır. Öte yandan aynı psikolojik gözlemler insanın davranış özgürlüğü bilincinin geçmişteki nedenler dışında ve tamamıyla içinde bulunulan an için geçerli olan, tamamıyla kendiliğinden oluşan bir dizi eyleme dayandığını da kanıtlamaktadır. Bu materyalistler ne derlerse desinler herhangi bir eylemi yapıp yapmamakta tamamıyla özgür olduğumdan hiç kuşkum yoktur benim; yeter ki, yapacağım eylem sadece ve sadece benimle ilgili olsun. Hiç kuşku yok ki, tamamıyla irade-i cüziyem altında kolumu kaldırabilir, indirebilirim. Şu anda yazma eylemini durdurabilirim. Sizler şu anda okuma eyleminizi bırakabilirsiniz. Tamamıyla irade-i cüziyemle hareket ederek ve hiçbir engelle karşılaşmaksızın düşüncelerimi şu anda Amerika üzerine veya canımın istediği herhangi bir matematik problemi üzerine çevirebilirim. Sırf irade-i cüziyemi sınamak için kolumu havaya kaldırabilir, sonra da onu olanca gücümle indirebilirim. Bu saydıklarımın tümünü yaptım da. Ama şu sırada yanı başımda küçük bir çocuk duruyor ve ben elimi onun başının üstüne kaldırıyorum, sonra da yine olanca gücümle indirmek istiyorum. Bunu yapamam. Köpeğin biri ısırmak için küçük bir çocuğa saldırıyor; elimi köpeğe doğru kaldırmamazlık edemem. Alayımla birlikte geçit törenine katılmışım, alayın hareketlerine uymamazlık edemem. Alayımla birlikte taarruza katılmışım; tüm alay düşmana saldırırken, ben saldırmazlık edemem veya tüm alay töskürü etmiş kaçıyorken ben kaçmadan duramam, bunları yapamam. Mahkemede bir sanığın avukatlığını üstlenmişsem, konuşmaktan kaçınamam. Gözümün üstüne bir yumruk inerken gözümü kırpmadan duramam. Dolayısıyla, iki tür eylem vardır: Benim irade-i cüziyeme dayanan eylemler ve irade-i cüziyeme dayanmayan eylemler. Bu konuda çelişkiye düşülmesinin nedeni, (doğrudan doğruya bizim egomuzla ve doğrudan doğruya bizim varoluş kavramımızın en üst düzey soyutlamalarıyla bağıntılı tüm hareketlerimize tam yerinde olarak uyan) kişisel özgürlük bilincimizi, başkalarıyla birlikte gerçekleştirilen, kendi irade-i cüziyemizle başkalarının irade-i cüziyelerinin örtüştüğü eylemlere de aktarıyor oluşumuzda yatmaktadır. Özgürlük ile bağımlılığın sınırlarını tanımlayabilmek çok zordur ve bu konu psikolojinin en temelli, biricik sorunudur, ama yine de, özgürlüğümüzün en son sınırı ile bağımsızlığımızın en son sınırında gerçekleştirilmiş birtakım olayları gözlemleyerek, şu sonuca varabiliriz: Eylemlerimiz başkalarının eylemlerinden soyutlandığı ve bağımsızlaştığı oranda çok özgürdür veya tam aksine, başkalarının eylemleriyle ilişkisi yoğunlaştığı oranda az özgürdür. Bir insanı başka insanlara bağlayan en güçlü, en sağlam, çözülmesi en zor ve kişiye en ağır gelen bağ, kişinin başka insanlar üzerindeki iktidarı denilen şeydir ki, aslında, kişinin başkalarına en yüksek derecedeki bağımlılığıdır. Doğru ya da yanlış, ama eserimi yazdığım sırada ben de buna tamamıyla inanmış bir insan olduğum için - 1805, 1807 ve özellikle de determinizm yasalarının en belirgin bir biçimde ortaya çıktığı 1812 olaylarını (gerçekten de, 1812 Seferini yazanların hemen hemen tümü özellikle bu olayda mukadderatın tecellisini görmüşlerdir) anlatırken- olayların iplerini kendi ellerinde tuttuklarını sanan, hele de o olaylarda yer alan başkalarına oranla olayların gerçekleşmesine kendi iradeleri dahilinde en az katkıda bulunmuş olan kişileri fazlaca önemsemek, doğal olarak, elimden gelmedi. O kişilerin eylemleri beni sadece -tarihi belirlediği inancını taşıdığım- determinizm yasaları ile zorunluk altında hareket ettikleri için yine kendi imgelemlerinde geçmişten kanıtlar aramalarına neden olan psikoloji yasasının en canlı örneklerini oluşturmaları bakımından ilgilendirmişlerdir.

[1] Lev Nikolayeviç TOLSTOY, Savaş ve Barış, Cilt I, Türkçesi: Mete ERGİN, Yordam Edebiyat, Birinci Basım, Aralık 2016, Sayfa: 45-49

(Yayımlanma Tarihi: 21.05.2025)