Seçimlik
Üyelik Girişi

Anasayfa

boşluk

Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK
(Harita Y. Mühendisi)

Tam ne zaman ayırdına vardığımı anımsamıyorum…

Doluluktan küçük bir parçanın kopmasının fark edilemediği yıllardan kalanlar var mıdır acaba?

Epey derinlerde kalmış olmalı…

Sonraları içimde bir acı duymaya başladım. Etimden bir parçanın koparılması gibi…

O zamanlar o duygu da acıyla birlikte gerilerde kalıveriyordu…

Yeni yaşlar almanın etkisiyle olsa gerek, bu kopmaların aslında kalıcı bir tahribat yarattığını fark etmeye başladım.

Kopanın yerinde ortaya çıkan boşluk…

Ruhumdan kopan parçaların boşluklarının giderek çoğalması…

Bu boşluk parçalarının inatla birleşmeye çalışmaları…

Ve içsel mücadele…

Dolu bir ruhla doğduktan sonra oluşan boşlukları atomize varlıklar olarak tutma mücadelesi…

Ve karşı mücadele…

Ruhumuzdaki bütün boşluklar kendi yörüngelerinden kopup birbirine eklenseler, hareket edilmesi olanaksız hava boşluğuna düşer ruhsal yaşamımız, diye düşünmeye başladım.

                                                                                                ***

Burada sözünü ettiğim “Boşluk”, Rollo MAY’in, “Kendini Arayan İnsan (Kuraldışı Yayıncılık”) kitabının ilk bölümünde sözünü ettiği, “Yirminci yüzyılın ortasında bireyin temel sorununun 'boşluk' olduğunu söylemem size şaşırtıcı gelebilir. Bununla yalnızca insanların ne istediklerini bilmediklerini söylemeye çalışmıyorum; insanlar aynı zamanda ne hissettiklerini de pek anlayamıyorlar. Kendi kendilerini yönetememekten veya kararsızlıktan yakınmaya başladıkları zaman, bireylerin temel sorununun arzularına ve isteklerine ilişkin kesin deneyimlerinin bulunmayışı olduğu iyice belirginleşiyor. Acı veren bir güçsüzlük duygusuyla karışık, oradan oraya atılmışlık fikrine tutsak düşüyorlar. Çünkü kendilerini anlamsız bir boşlukta hissediyorlar.” anlamında boşluk değil…

İnsanın kendisini bir “boşluk içinde duyumsaması”, “boşluk tarafından kuşatılması” anlamında bir “boşluk” değil…

Kuşkusuz bu boşluğu da önemsemek ve ciddiye almak gerekir. Çünkü Rollo MAY’in dediği gibi, “Ortadan kalkması için bir şey yapılmaması durumunda, bu ruhsal boşluk ve güçsüzlük bireye acı çektiren bir iç sıkıntısı durumuna gelerek kronikleşecek ve temel tehlike, insan doğasının en mükemmel nitelikleri birer birer yok olmaya başladığında varlığını kanıtlayacaktır. Sonuçlar çok ürkütücüdür: Birey, ruhsal açıdan ya tam bir çöküntüye girecek ya da yok etmeye programlanmış otoriter bir düzene teslim olacaktır.

Yani bu boşluğun sonuçları da yıkıcıdır…

Önemsemek gerekir.

Ama benim burada yazacağım bu “boşluk” değil…

                                                                                              ***

Benim bu yazıda sözünü edeceğim, dışımızdaki bir boşluk değil, içimizdeki bir boşluk…

İnsanın ruhunda, yitirmeleri sonucu oluşan boşluklar…

Yitirmeler” derken de “sahip olunan” şeyleri yitirmekten söz etmiyorum.

Onları yitirirseniz, yerine koyma olasılığı vardır her zaman…

Sahip olunan değil, birlikte, iç içe yaşanan “yaşam paydaşları”nı yitirmenin yarattığı boşluklar…

                                                                                                ***

Boşluk” konusunda bir yazı yazmaya karar vermem, Genco (ERKAL)’nun bize veda ettiğini öğrendiğimde masamda birikiveren göz yaşlarımdan sonra oldu…
Yalnızdım.

Öldüğünü öğrendim.

İçin için ağlamaya başladım.

Gözyaşlarım kesildi bir süre sonra.

Ama ben yüzümü yıkamadan, bahçeyi seyrederek, gidebildiğim kadar gerilere gittim.

Genco’nun içime 1970’li yıllarda girdiğini ansıdım.

Girdiğiyle kalmamıştı.

Yerini hep büyütmüştü.

Zaman içinde öyle bir noktaya geldim ki, “Ben öleyim, Genco ölmesin!” diye düşünmeye başladım. İç konuşmalarımda “keşke” diyerek bu tümceyi sık sık kurar oldum.

Bizim Genco’yla yaşadıklarımızı, daha doğrusu Genco’nun bize yaşattıklarını bizden sonraki kuşaklar da yaşasın,” istedim…

Öyle olmadı.

Genco benden önce öldü.

Ve içimdeki boşluk öylesine büyük oldu ki…

Duygularımı paylaşırken şunları yazmıştım:

Nasıl dolacak şimdi O’nun boşluğu? Neyle dolacak? Kimle?

                                                                                               ***

Sonra düşünmeye başladım.

İçimde duyumsadığım ilk büyük boşluğun, üniversiteden kopmama neden olan olayla oluştuğunu fark ettim.

1986 yılı…

İsviçre Hükümeti’nin bursunu kazanmıştım.

İzin sürecinde YÖK’le yaşadığım sorun nedeniyle üniversiteden kopmak zorunda kaldım.

Bursu yeğledim ve İsviçre’ye gittim.

12 Eylül iklimi sürüyordu… Bir anlamda “Kaçarak” gittim…

Oysa ben İDMMA (İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi)’da 2. sınıfta “Akademisyen” olmaya karar vermiştim.

Lisans ve yüksek lisans sürecinde kendimi bu sürece hazırlamak için çabalar gösterdim.

1980 yılının aralık ayında, yedek subaylık görevimin bitiminden on iki gün sonra “Asistan” olarak göreve başladım.

1986 yılında “Doktora” çalışmamı tamamladım.

Mutluydum. Heyecanlarım yüksekti. Motivasyonum yerindeydi. Hayallerim vardı. Hedeflerim vardı.

Ve nasıl idealize ediyordum “üniversiteyi”… Benim için başka bir yaşamın olanaksızlığını düşünüyordum…

Ama akademisyen olmaya karar verdiğim yıldan on iki yıl sonra, karşıma YÖK çıktı.

Üniversitenin bütün organları, oy birliğiyle “burs süresince izinli sayılmam” yönünde verdikleri kararlarından, YÖK’ten gelen uyarı üzerine vazgeçtiler ve izni iptal ettiler.

O büyük hayalim, daha on ikinci yılında, YÖK ve üniversite tarafından engelleniyordu…

Koptum üniversiteden. Kopmak zorunda kaldım. Bu kopuştan on yedi yıl sonra geri dönebildim üniversiteye…

Bu kopuşun yarattığı o büyük boşluk ve yıkım, duyumsadığım ilk boşluk oldu.

                                                                                               ***

Yakın geçmişte içimde oluşan en önemli boşluk, annemizin bize veda etmesiyle oluştu.

Aslında hiç beklenmedik bir zamanda aramızdan ayrılmadı…

Bize, kendimizi hazırlama fırsatı bile verdi…

Doyasıya veda etme fırsatı…

Ama yine de ardında kocaman bir boşluk yarattı…

Bu boşluğu anılarıyla doldurmaya çalışsak da küçülmedi, küçülmüyor…

                                                     ***

Boşluk” konusunda düşünürken, ufak tefek karalamalar yaparken, bir gün, benzer büyük bir boşluk, ana haber bültenini izlediğim sırada, 28. dakikada kayyımın gelip TELE1’e el koymasıyla oluştu.

Öyle kaldım.

Kalakaldım.

Öylesine ani ve beklenmedik bir şeydi ki…

Aslında yaşadığımız toplumsal iklimde beklememiş olmak da benim kusurum olmalı…

O an, içimden bir alan topraklandı ve o büyük boşluklardan biri oluştu.

Gözlerim, aklım, kulaklarım kapasitelerinin önemli bölümünü yitirmiş gibiydi.

Dünyayla, toplumla kurabildiğim gerçek bağların önemli bölümü kopmuştu sanki.

İç konuşmamda, “Bundan sonra ne olacak? Bu bağları yeniden ne zaman ve nasıl kuracağız?” soruları yinelenmeye başladı.

Büyük bir boşluktu.[1]

                                                                                              ***

Küçük boşluklar, oluştukları anda canınızı acıtsa da zaman içinde varlıklarını duyumsatmakta zorlanırlar. Bir süreklilik oluşturamazlar. Anlıktırlar.

Ama büyük boşlukların acısı zamanla azalmaz. Her gün tazedir ve kendini aynı şiddette duyumsatır.

Sonra düşündüm ki, içimizi doldurduğumuz değerler yaşamımızdan ayrıldıkça, irili ufaklı boşluklar oluşuyor…

Zamanla bazıları birbirine sarmalanıyor…

Büyük boşluklar daha kendi başlarına dolanıyor ruhumuzdaki yörüngelerinde…Ve onları yaratan değerlerin önemini, yitirdiğimiz zaman daha sarsıcı biçimde anlıyoruz…

Yitirdikten sonra diyoruz ki, “Nasıl değerlermiş onlar!”

“Nasıl önemli değerlermiş!”

“Yaşamımızla nasıl özdeşleşen değerlermiş!”

“Boşlukları başka bir şeyle doldurulamayan…”

“Yerine başka bir şey konulamayan…”

İnsanın sonsuzlaşmasından kısa bir süre önce birleşen ve evrenin sonsuzluğuna karışan boşlukların kaynağı değerler…

Yaşamımızın temel değerleri…


[1]
 Bu yazıyı TELE1'in kapatıldığı gün tamamlamıştım. Tam kadro, bu yazının yayınlandığı günden bir gün önce Tele2Haber olarak yayına başladı…

Yazıldığı Tarih: Bağla, 25.10.2025
Yayınlandığı Tarih: 15.11.2025