Seçimlik
Üyelik Girişi

İstanbul Depremi; Hazırlıksız Yakalanmak!

  

“Deprem değil binalar öldürdü ya da binalar öldürüyor!” Bu cümle dünyada ya da ülkemizde etki düzeyi yüksek her depremden sonra birçok kere dile geliyor. Bu niteleme doğru mu? Gerçekten deprem değil binalar mı öldürüyor? Her ne kadar doğruluk payı olsa da, deprem sonrası can kaybına neden olan yalnızca binalar değil. İçinde binaları da bulunduran çarpık kentleşme. Kentleşme deyince ne anlamak gerekir? İnsanca yaşanabilir kentlerin temel nitelikleri nelerdir?

Kenti oluşturan temel unsurlar nelerdir? Öncelikle insan, diğer bir deyişle kentli… Sonra kara, demir, deniz, hava yolları, köprüler, parklar, yeşil alanlar, otoparklar, tren-otobüs garları, iskeleler, barınaklar, limanlar, hava alanları, idari kamu binaları; sağlık, spor, eğitim, ibadet, kültürel, sosyal ve sanatsal işlevi olan yapılar; konut, iş, endüstri amaçlı yapılar, ören yerleri ve tarihi yapılar, elektrik, su, gaz, iletişim altyapılarının yer altı ve yer üstü tesisleri gibi her gün planlı ya da rutin, doğrudan ya da ayrıntılı olarak kullandığımız yüzlerce, hatta binlerce farklı gereksinimi karşılayacak yapılar ve bu yapılara dayalı verilen hizmetler. Bunların hepsinin bir arada olması bir kenti oluşturmaya ve bu kentin depreme, afetlere karşı güvenli olmasına yeterli mi? Tabi ki değildir! Önemli olan tüm bu öğelerin planlı, insan yaşamını kolaylaştıran ve güven altına alan bir düzen içinde konumlandırılmış ve inşa edilmiş olmasıdır.

 

Daha çok yeni, 15 Mart 2011 günü Japonya’nın doğusunda büyüklüğü 8.9 olan, sonrasında Japonlar tarafından 9.0 olarak değiştirilen çok büyük bir deprem oldu. Bu büyüklükte depremi Japonya neredeyse hiç hasar almadan ve can kaybı olmadan atlattı. Deprem anında çekilmiş görüntülerden Japon halkının depreme ne kadar hazırlıklı olduklarını tüm dünya daha önce kerelerce izlediği gibi, bu kere de izledi. Japonya bu talihsiz sınavı da başarıyla atlatmıştı. Hatta deprem sonrası olası tsunami tehlikesine karşın yaklaşık 10 dakika önceden bölge halkı da uyarıldı. Her türlü önleme ve hazırlığa karşın Japonya tsunamiyi ne yazık ki depremi atlattığı kadar hasarsız atlatamadı ve binlerce can ve milyarlarca maddi kayıp yaşadı. Tüm bunların üstüne bölgedeki nükleer enerji santrali deprem ve sonrasındaki tsunami nedeniyle nükleer sızıntı yapmaya başladı. Böylesi büyük bir afet sonrasında Japonya tüm gücüyle, özellikle tsunaminin açtığı yaraları sarmaya ve hasarları gidermeye odaklanmışken, bir de nükleer bir felaketi önlemek için mücadeleye başladı. Nükleer enerji başlı başına bir sorun. Bunu ayrıca tartışmak gerekir.

Çünkü nükleer enerji santrallerinin yarattığı riski mutlaka ortaya koymak ve bu konuyu enine boyuna değerlendirmek zorunludur. Güzel bir öz deyişimiz vardır, “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak.” Şu aralar Japonya’daki deprem ve tsunami sonrasında ulusal kamuoyumuzun gündemine giren ülkemizde inşa edilmesine karar verilen nükleer santraller vardır. Daha depremin sarsıntıları dinmemişken ve nükleer tehlike dünyayı tehdit ederken, Akkuyu nükleer santralinin yapılacağının Başbakanca hemen açıklanması çok manidardır. Karar öncesi dünyada yaşanan tüm deneyimlerden de ders çıkarmak gerekirken, yangından mal kaçırır gibi verilen karar, üzerinde ciddi biçimde durmayı ve tartışılmayı hak etmektedir. Geçmişte Ukrayna’da yaşanan nükleer enerji santrali Çernobil faciasından bizler de payımızı almıştık ve bugün bile bunun etkilerinin sürdüğünü birçok sağlık haberinden ve programından almaya devam ediyoruz. O zaman nükleer enerji için yalnızca ulusal değil uluslararası tercihlerin değerlendirilmesi ve nükleer enerji politikalarının bu düzeyde oluşturulması gerekmektedir.

Japonya’da oluşan depremden ve tsunamiden sonra medyada afet öncesi ve sonrası çıkan görsel ve yazılı haberlerden, afetlerden etkilenen yerleşim alanlarının, kentlerin ne kadar planlı olduğu dikkat çekmektedir. O zaman bir de resmin öbür tarafından bakmakta yarar vardır: Kentleşme ve kentli bu kadar planlı ve afetlere bu kadar hazır olmasaydı can kaybı ve hasar ne düzeyde olurdu? Kimse bunu düşünmek bile istemez. Çünkü o zaman can kaybında on binlerden değil, yüz binlerden söz edilebilirdi.

İstanbul’da 20 yıllık bir süre içinde deprem olacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor… 13-14 milyon insanın yaşadığı, olası depremde en iyimser senaryolara göre 100.000 dolayında i nsanın yaşamını yitireceği kestirilen İstanbul depreme ne kadar hazır? İstanbul yüzyıllar öncesinden inşa edilmeye başlanmış bir kent olması dolayısıyla, tarihsel gelişim sürecinde dönemsel planlamaların yapıldığı, günümüzde nüfusuyla ve yüzölçümüyle mega kent özelliğine ulaşmış dünyanın sayılı kentlerinden biridir. İstanbul’un tarihi dokusu ve kentleşme pratiği, kentlinin yaşam deneyimi, toplumsal örgütlenmesi, kentte yaşayan nüfus, yakın geçmişten bugüne kadar uygulanan politikaların insan odaklı olmayıp rant odaklı olması nedeniyle deprem, sel, yangın gibi afetlere karşı ne yazık ki hazırlıksızdır. İstanbul’un bu durumunun değişmesine, henüz 1999 yılında peş peşe yaşanan iki büyük depremin verdiği çok önemli uyarı bile etkili olamamıştır. Birçok çaba harcanmıştır, harcanmaktadır… Birçok kaynak harcanmıştır, harcanmaktadır… Fakat bir türlü olması gereken sonuca ulaşılamamaktadır. Bunun en önemli nedeni, yapılan çalışmalara kentlinin katılımının sağlanmaması, toplumsal uzlaşının aranmamış ve oluşturulamamış olmasıdır.

Yerel ve merkezi yönetim, İstanbul ve çevresinde yaşayan halkın, olası afetlere karşı eğitimini ve örgütlenmesini sağlayamamıştır. Kentin risk alanlarında onarım, güçlendirme veya bazı kent dokularının yeniden inşa edilmesi sürecine katamamıştır. Yerel yönetimler ve merkezi yönetim, demokratik ve katılımcı bir yönetim anlayışını halka benimsetemedikleri için, böylesi bir mücadelenin baş aktörü olan insan, halk, kentli sürecin dışında tutulmuştur ve tutulmaktadır.

Oysa Japonya’da 9.0 büyüklüğünde bir deprem ve çok büyük hasara neden olan bir tsunami sonrası yaşanan tüm can ve mal kayıplarına karşın, afet sonrası ayakta kalan kentli, yağmayı aklına getirmeyi bırakın en temel gereksinimi olan

  

suyu elde etmek için kuyruğa girip tüm insani egolarına karşı gereksinimi kadar su almayı başarabiliyorsa; bu toplumsal ve bireysel davranış biçiminin nasıl kazanıldığının mutlaka irdelenmesi ve anlaşılması gerekir. Bu, bir ülkenin bir bireye tüm enstrümanlarıyla; merkezi, yerel, eğitim-öğretim, kültür, sanat, örgütlenme vb. politika ve yapılanmalarıyla kazandırabileceği bir toplum bilinci ve insani erdemdir. Dolayısıyla “depremde öldüren” açıkça görüldüğü gibi bina değil, toplumsal, sosyal, kültürel, politik, örgütlenme vb. pratiğimizdir. İstanbul’u depreme, afetlere karşı hazırlamak için yapmamız gereken toplumsal mutabakatı sağlayacak, örgütlü, katılımcı bir kent ve yönetim modelini yaşama geçirmektir.

Adaylığımın temel nedenlerinden birisi budur: İnsana verdiğimiz önceliğin yaşama geçirilmesi için mücadele etmek… Daha bugünden 100.000 insanımızı göz ardı eden politikalara karşı direnmek… Bir tek insanımızın bile yaşama hakkını sonuna kadar savunmak… Ulusal kaynaklarımızın ve zenginliklerimizin insanlarımızın sağlıklı ve onurlu biçimde yaşaması için seferber edilmesini sağlamak… İstanbul’da ve diğer kentlerimizde öncelikle yaşama güvenliğinin sağlanması için uğraşmak.

Japonya depreminin bize anımsattığı ve öğretmesi gereken gerçekler bunlardır.

Prof. Dr. Erol KÖKTÜRK
İstanbul 2. Seçim Çevresi
CHP Milletvekili Aday Adayı


Yorumlar - Yorum Yaz