Seçimlik
Üyelik Girişi

Atatürk

ATATÜRK

 

Neler yazılmadı, söylenmedi kendisine ilişkin… Olumlu, olumsuz… Yalnızca ulusal sınırlar içinde mi? Belki olumluların büyük bölümü uluslararası alanda… Örnek alanlar, hayranlık duyanlar, 20. Yüzyılın en büyük önderi sayanlar… Dünyanın tüm kurtuluş savaşlarının model kişisi kabul edenler…

O, bütün kurtuluş savaşı önderlerinin örnek aldığı kişiydi, bütün bağımsızlık savaşçılarının esin kaynağı, rol modeliydi…

Kendi adıma, 40 yaşımdan sonra çok daha iyi tanıdım kendisini… Atatürk okumalarım bu yaştan sonra yoğunlaştı… Yazılanların ne kadarını okuyabildiysem…

Neden bu yaştan sonra?

Okullarımızdaki tarih öğretiminin yanlış modellenmesi… Tarihin ve Atatürk’ün “resmi tarih” algısı içine sıkıştırılmak istenmesi… Sempatik olmayan, öğrenciyi sarmalamayan, onu içine çekmeyen, onun bilincini tetiklemeyen bir tarih öğretme yaklaşımı…

Ben de, büyük oranda bunun etkisiyle kendi tarihimize koyduğum bir uzaklığı 40 yaşından sonra aşabildim… Bu süreçte diyalektik yöntemin bana sunduğu avantajlarla, determinist ve eleştirel tarih okumaları yapabilmem, yalnızca Atatürk sevgimin yeniden kurulmasını sağlamadı, tarihle yeni bir bağ kurmamı da sağladı…

Yaşam felsefem, kişileri mutlaklaştırmayı kabul etmiyor… Bu nedenle bunu yapmıyorum… Ama Atatürk’e hayranlığım, her okumamdan sonra arttı…

Ülkemizde bugün bir kesimin saldırılarının temel hedefi olan Atatürk’ün toplumsal birliğimizin önemli çimentosu oluşu, amaçlarına ulaşmaları konusunda önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu değerin yıpratılması, itibarsızlaştırılması, gözden düşürülmesi, bu kesimlerin hedeflerine erişmelerinin en önemli eşiği olarak görülmektedir… Bu eşik aşılırsa, işleri kolaylaşacaktır…

Ama bunun kolay olmadığı da gün be gün anlaşılmaktadır…

Böyle bir kişi olabilmek nasıl olanaklı olur?

Yaşamını ülkenin bağımsızlığı, çağdaşlığı, uygarlaşması, kadınların ülkenin eşit yurttaşları olmaları, çocukların ve gençlerin geleceğin güvenceleri olarak görülmeleri, özgürlükler konusunda kaya gibi dirençli ve ödünsüz olunması üzerine kuran, halkıyla kenetlenmiş bir lider olabilmek az kişinin başardığı bir olgudur. Kafasında kurduğu Türkiye hayalini orada, ya da söylemlerde bırakmayıp, yaşamın kendisine dönüştürdü… Temelleri attı, yapının ilk katlarını çıkmaya yetti ömrü… Yalnızca 15 yıl kuruluşa önderlik yapabildi… Yeter miydi ki…

Çanakkale’yi, Kurtuluş Savaşını, Trablusgarp’ı okurken, süreci izleyen değil, gelişmeleri hızlı biçimde okuyan, gelişmelerin kodlarını hızlı biçimde çözen, saniyelerle yarışan kararlar vererek süreçleri belirleyen Atatürk olmasaydı, Anafartalar Sırtı’nda işgalciler durdurulmasaydı, “halimizin nice olacağını?” düşündüm hep… Şimdilerde Çanakkale Savaşındaki başarıyı uhrevi güçlere yaslayanların temel amacı, Anafartalar Sırtı’ndaki o engellemeyi içlerine sindirememeleridir.

Bunun karşıtında yapılan yanlış ise, Atatürk’ün düşüncelerinin “…cülük”, “…izm”leştirilmesidir. Ben hiç bu noktadan bakmadım kendisine… Kendisinin de bunu istemediğini düşünüyorum… O bize “izm”i değil, “aklı ve bilimin yol göstericiliğini” işaret etti… Ama bazıları Atatürkçülük, Kemalizm gibi yaklaşımlar üzerinden de onu yıpratmaya çalıştılar… Kendisine sığınarak ona zarar verdiler. Başta da 12 Eylülcü darbeciler…

Ama O hep dimdik ayaktaydı… Yaşamının her anında olduğu gibi…

Rus orduları, 12 Temmuz 1916'da Kulp Boğazını tutan VIII. Tümene saldırırlar. VIII. Tümen pek zor durumdadır ve hiçbir güç onlara yardım edemez. Kemal bu baskın karşısında zor duruma düşen çocukluk arkadaşı Mehmet Nuri'nin kumanda ettiği VIII. Tümenini ezdirmek niyetinde değildir. Hemen karargaha gelerek kumandayı ele alır. Kendisinden üç kat büyük düşmanla savaşmak zorunda kalır.

Çarpışma başlayalı üç gün olmuştur ve savaş bütün şiddetiyle sürmektedir. Her iki tarafta da mermiler bitmiş, bir süngü savaşı başlamıştır. Kemal, bir ara askerleriyle birlikte, Ruslar tarafından çevrilmiş ve bir süngü ormanı ortasında kalmıştır. Kendisi de süngüsünü çekmiş ve çevresindeki Mehmetçiklerin kahramanca bir yarma harekatıyla Rus çemberini kırmıştır. Azrail, hemen yanı başında durmadan can almaktadır. Böyle giderse, tam bir hezimet olacaktır. Daha kötüsü onca Mehmetçik şehit olacaktır.

Birliklerini ezdirmeye hiç niyeti yoktur; ama savaş da Çanakkale cephesi kadar önemlidir. Rusların güneye geçmesi demek Çanakkale'deki hedeflerine ulaşması demektir. Şimdilik geri çekilmelidir. Fakat bu geri çekilme, şiddetli bir vuruşa kuvvet toplamak için yapılan bir çekilme olmalıdır. Gerekli önlemler alındıktan sonra, gece karanlığından da yararlanarak Kulp Geçidinden çekilmeye karar verir.

Bu kararından Ordu Kumandanı Ahmet İzzet Paşa ile Enver'in hoşlanmayacağını da bilir; fakat şu an, şu ortamda yapılması gereken kendi düşündüğüdür. Kemal, ilk önlem olarak Kurmay Binbaşı Şemsettin'i, Rusları oyalaması için artçı bırakır. İhtiyattaki ve cephedeki kuvvetler, gece Kulp Deresinden geçmeye başlarlar. Kemal de bir tepenin üstünde bu çekilmeye, bizzat kumanda eder. Biraz sonra bununla da yetinmez, at üstünde tepeden inerek Mehmetçiklerle birlikte ilerlemeye başlar. VIII. Tümen, gecenin alaca karanlığında çekilirken kumandan Mehmetçik ile yan yanadır.

Çekilme sabaha kadar sürmüş ve gün ışımaya başlamıştır. Kemal'in bizzat yönetiminde ve sık sık yeni emirler vermesiyle çekilme başarıyla sürmektedir. Birliklerin hepsinin Kemal'in önünden geçmesine ve arkada kimsenin kalmamasına karşın O, elinde dürbün araziye hakim bir noktadan uzakları gözlemektedir. Saatlerce bu tepede, dimdik ayakta, elinde dürbün, yerinden bile kıpırdamamaktadır. Hemen arkasında, yaverleri Cevat Abbas ile Şükrü, emre hazır beklemektedirler. Daha gerilerdeyse atların yularlarından tutmuş emir erleri vardır. Hepsi de çok telaşlıdır. Çünkü Kulp Deresinin batı tarafında yüksek rakımlı Genç Dağlarının yamacındaki Rus askerleri, çekilen Türk askerlerinin paralelinde yürüyüş halindedirler.

Rus takip kuvvetlerinin bu kadar yakınlarında olduklarını bilmek Cevat Abbas ile Şükrü'yü tedirgin etmektedir.

Çekilen tümenin en başında tümen kumandanı Mehmet Nuri ve Kemal'in kurmay başkanı vardır. Kemal, yaverleri ve emir erleriyle tümenin en arkalarında çekilmeyi izlemektedir. Mehmetçikler savaş sanatının gereği gördükleri bu çekilmede güvende olduklarının farkındalar. Tümen kumandanları ve kolordu kumandanları, seslendikleri an ulaşabilecekleri bir uzaklıkta, hemen yanı başlarındadır.

Rus ordusu çok yakındadır. Bu nedenle Cevat Abbas ile Şükrü' nün dertleri daha bir başkadır. Her an bir taarruz korkusuyla, Kemal'in de atına binmesini ve atış menzilinden uzaklaşmasını istemektedirler.

Şükrü ağzını açamamakta, Kemal'in emrini beklemektedir. Fakat Cevat Abbas'ın sabrı tükenmek üzeredir. Sonunda fısıldar gibi konuşur:

- Atları emreder misiniz paşam?

Geri çekilmek bir kumandan için zor bir karardır ve bu yüzden Kemal'in canı sıkkındır; başaramazsa tehlike büyüktür.

Cevap Abbas'ı tersler:

- Acele gereksiz çocuk. Hareket zamanını söylerim.

Dürbünün görebildiği uzaklarda kimse görünmemektedir. Durum her geçen dakika daha bir ciddiyet göstermeye başlamıştır. Zaman geçmektedir. Fakat Kemal yerinden bile kıpırdamamaktadır. Cevat Abbas'ın endişesi ve sabırsızlığı arttıkça artmaktadır.

Cevat Abbas, cesaretini toplayarak tekrar sorar:

- Bütün tümen dereyi geçti paşam, kimse kalmadı. Atları emreder misiniz?

Cevat Abbas; "Emreder misiniz?" der demez Kemal hışımla döner. Gözleri, Cevat Abbas'ın gözlerini delip geçer. Sonra da açar ağzını, yumar gözünü. Cevat Abbas dediğine de diyeceğine de bin pişman. Şükrü, paşasını ilk kez böyle görmüştür; nefes almaktan bile korkmaktadır.

Kemal'in sakinleşmeye hiç niyeti yoktur, parmağını uzaklarda bir karaltıya doğrultur:

- Gözlerini iyi aç çocuk, bak orada bir asker var. O da gelip önümden geçmedikçe buradan ayrılmam.

Kemal'in işaret ettiği yere Cevat Abbas da Şükrü de merakla bakarlar. Fakat arazinin bozuk oluşundan mı, yoksa Kemal'in öfkesi yüzünden heyecanlandıklarından mı, ikisi de bir şey göremez; ama göremediklerini de söyleyemezler. Oysa epey uzaklarda, birliğinden ayrı düşmüş yorgun bir Mehmetçik zorlukla yürümektedir. Sonunda yaverler de Mehmetçiği görürler. Kemal'in bir işaretiyle Cevat Abbas ile Şükrü, yanlarına bir yedek at alarak dört nala at sürerler. Yaverler yedeklerinde götürdükleri ata, Mehmetçiği bindirerek birliğine yetiştirirler.

Dürbünle karşı tepeleri tarayan Kemal, Cevat Abbas'tan yorgun Mehmetçiğin durumunu öğrenerek rahatlar.

Cevat Abbas ile Şükrü, Kemal'in bir adım arkasında, onun bir an önce; "Tamam gidiyoruz," demesi için dua etmektedirler. İçlerinden yapabildikleri bu dua tutmazsa yandılar; çünkü bir Rus saldırısı an meselesidir. Kemal ise kılı kıpırdamadan hala dimdik en ufak bir telaş göstermemektedir.

Bütün tümen boğazı geçmiştir. Arkada tek bir askerin kalmadığından ve geri çekilme işlemenin kazasız atlatıldığından artık emindir. Saatlerce kıpırdamadığı yerinden bir iki adım ayrılarak Cevat Abbas ile Şükrü'ye el eder. Sesi yumuşak, buruk; ama kararlıdır:

- Çocuklar, bu topraklardan ayrılmaya bir türlü gönlüm razı olmuyor. Saatlerce ve üzüntü ile hep bunu düşünüyorum. Bugün çaresiz buradan ayrılacağım; fakat bir koşulla ki, o da çok kısa bir zamanda yine ve hem de yalnız buralara değil, daha ilerilere gidecek ve bu toprakları kurtaracağım…

Atları işaret eder. Emir eri geminden tuttuğu atla birlikte koşarak gelir. Kemal ata binince emir eri yuları uzatır.

Kemal, üzengiler üzerinde ayağa kalkarak çok uzaklara son bir kez daha bakar.

Sonra atını geriye döndürür ve Kulp Deresine doğru topuklar…

Bu nasıl bir insan sevgisidir… Bu insana nasıl bir değer veriştir... Bir erinin güvenli noktaya ulaştığından emin olmadan, kendi güvenliğini risk altında tutmak… İnsanı, eri, erbaşı önceleyen bu sevgi, insan sevgisi, yurt sevgisi, onun özüdür, var edenidir

 *****

Mustafa Kemal, böbreklerinden rahatsızlanır. Doktoru onu Avusturya’ya göndermeye karar verir. 25 Mayıs 1918'de, yanında Cevat Abbas'ın emir eri Şevki ile birlikte Sirkeci' den Viyana'ya doğru hareket eder.

Viyana! Avrupa'nın göz bebeği. Osmanlının iki kez kuşattığı, fakat ikisinde de eli boş döndüğü muhteşem kent. Büyük binaları, geniş meydanları, kiliseleri, heykelleriyle ünlü şehir.

Kemal Viyana'da Bristol Otele yerleşmeden önce, Şevki ilk potunu kırar. Valizler kayıptır, aramalar boşunadır. Sivil elbiseler, iç çamaşırlar ve bazı gerekli eşyalar uçmuştur. Zorunlu olarak yeni bir takım elbise, bir fötr şapka, gömlek, kravat, iç çamaşırları alınır.

Daha ertesi gün Dr. Rasim Ferit’in dostu Dr. Buyes'e gider. Dr. Buyes onu ürolog Prof. Dr. Zuckerkandl'a gönderir. Kemal'i muayene eden Prof. Dr. Zuckerkandl ondan bir dizi tahlil ister. Kemal iki gün boyunca doktorun istediği tahlilleri yaptırmakla uğraşır.

Kemal'in kaldığı otel Viyana'nın tanınmış bir otelidir. Bu otelde Avusturyalılarla birlikte yabancı diplomatlar ve generaller kalmaktadır. Otel müşterisinin çoğunluğunu oluşturan; saçları, sakalları ağarmış, orta yaşın üzerindeki bu generallerin arasında Kemal'in genç bir paşa olması dikkat çekmektedir. Genç General Kemal, batılı generallerin bakışlarındaki küçümsemeyi, dudaklarındaki alayı görmektedir. Öyle ya! Bu Türk paşası pek gençtir, oysa ki batıda öyle kolay kolay general olunmaz! Kemal bu bakışları umursamaz, yanlarından geçerken arkasından yapılan fiskosları da duymaz. Ama bir Avusturyalı aile vardır ki pek sinirine dokunmaktadır.

Bu aile her akşam otelin lokantasına kalabalık bir grup halinde gelmekte ve Kemal'in üzerinden küçümseyen bakışlarını hiç eksik etmemektedir. Kemal takmıştır bu Avusturyalılara...

O akşam ne yapar eder ve bu aileyle tanışır. Sarışın, mavi gözlü, ince yapılı, yakışıklı, saygılı, genç Türk paşası Mustafa Kemal ile gözlerinin altı torbalanmış, saçlarının yarısı dökülmüş, kalan yarısı kırlaşmış, göbekli, kaba ve yaşlı Avusturyalı general aynı masada karşı karşıya oturmaktadırlar. Haddini bilmez general, ailesinin yanında Kemal'in askeri bilgisini deneyerek hava atmak istemektedir. Askerlikle ilgili kendince zor sorular sorar; fakat Kemal'in ciddiyetle verdiği cevapları bile dinlemeyerek vaaz vermeye başlar. Askerliğin yaşa bağlı olduğundan ve yılların askere deneyim kazandırdığından uzun uzun söz eder. Masadaki diğer Avusturyalılar, yaşlı generalin Kemal'i küçümseyen tavrından, verdiği konferanstan memnundurlar.

Gruptan başka bir general daha ileri gider ve alayla sorar:

- Türk ordusunda sizin gibi genç generaller çok mudur?

Kemal'in kan beynine sıçramıştır; fakat soruyu soran general zaten yanıt almak niyetinde değildir. Hemen başka bir konuya girer. Kemal, Şevki'nin yanına gelmesini fırsat bilir ve masayı terk eder. Avusturyalı aile onun arkasından keyifle gülümsemektedir.

O gece Kemal, başını yastığa koyar olmaz, yatağa oturur duramaz. Balkona çıkar ve sabaha kadar sigara üzerine sigara içer. Bu kaba saba Avusturyalıların yaptıklarını hazmedememiştir.

Sabah kahvaltı yaparken de keyifsizdir. Şevki onun bu durumunu "El memleketlerinde olduğuna" yorar. Kemal'in o gün tahlil sonuçları çıkacaktır. Şevki ile birlikte hemen doktorun muayenehanesinin yolunu tutarlar. Prof. Dr. Zuckerkandl uzun uzun baktığı elindeki tahlillerden başını kaldırırken İstanbul'daki Türk doktorların teşhisinin doğru olduğunu söyler. Koli basili buradaki tahlillerde de çıkmıştır. Prof. Dr. Zuckerkandl onu, Viyana yakınlarındaki bir orman içindeki Cottage Sanatoryumuna yatıracaktır. Burada üç hafta tedavi olacak, sonra da Karlsbad'daki kaplıcalara gidecektir.

Doktor hemen sanatoryuma yatması gerektiğini söyleyince Kemal kabul etmez:

- Hemen değil doktor. Halletmem gereken bir iş var.

Kemal "Halletmem gereken bir iş var," demiştir; ama gün boyunca da hiçbir şey yapmamıştır. Şevki kumandanının her an kendisine bir emir vermesini beklemektedir; fakat Kemal, Şevki'ye iş buyuracak gibi de durmamaktadır.

Akşam olur! Kemal, jilet gibi ütülenmiş askeri üniformasını giyer. Parlak rugan çizmelerini Şevki'ye bir daha parlattırır. Omuzlarına paşalık apoletlerinin yenilerini takar. Sonra başlar tüm nişanlarıyla göğsünü doldurmaya: Mecidi Nişanı, Osmani Nişanı, Lejyon Donör Nişanı, Sen Aleksandr Nişanı, Harp Madalyası, Liyakat Madalyası, Demir Salip Nişanı, Altın Muharebe İmtiyaz Madalyası, Kılıçlı Mecidi Nişanı ve en son Almanların verdiği Kron dö Prus Nişanı.

Şimdi hazırdır, yemeğe inebilir. Şevki bu kadar süslenip püslenmenin anlamını kavrayamaz. Uzak bir yere gidileceğini sanarak paşasının arkasından seğirtir. O da ne! Kemal yalnızca merdivenleri inmiş bir önceki akşam masalarında oturduğu Avusturyalı aileye doğru yönelmiştir.

Kemal'in masalarına geldiğini gören Avusturyalılar hemen onu buyur ederler. Öyle ya genç Türk paşasının deneyimli generallerin öğütlerine gereksinmesi vardır; fakat... Masayı çevreleyen baylı bayanlı Avusturyalıların tüm gözleri, Kemal'in madalyalarla dolu göğsüne takılıp kalmıştır. Kemal, gözleri madalyalara takılmış hanımların birbirlerinin kulağına eğilip fısıldamalarını keyifle seyrettikten sonra, tarihten bir sayfa açar.

Tarih önemliymiş… Tarihe yön veren devlet adamları da önemliymiş… Ayrıca, tarihteki asker devlet adamlarının daha bir önemi varmış… Ve sonunda konuyu Napolyon'a getirir.

Napolyon, Fransa'yı Fransa yapan önemli bir devlet adamıymış ve Avusturyalıların ordularını Olm Meydan Savaşında büyük bir hezimete uğratmış. Onu dinleyen tüm Avusturyalıların suratı asılırken Kemal Olm Meydan Savaşının bütün ayrıntılarını ve Napolyon'un zekasını sık sık överek anlatır. Her Avusturyalı gibi masadakilerin hepsi de Olm hezimetinin hüzünlü ayrıntılarını bilmektedir. Hele generaller… Avusturyalı generallerin suratları Kemal'i dinlerken bir karış asılmıştır… Hanımların ağızlarını bıçak açmamaktadır.

Kemal, her kelimesiyle dün kendisini küçümseyenlerin yaralarına, avuç avuç tuz basar. Kendisini küçümseyenleri, yeteri kadar üzdüğü kanaatine vardıktan sonra sözü bağlar:

- Evet muhterem hanımlar baylar; bilmem biliyor muydunuz: Avusturyalıların büyük bir hezimete uğradığı Olm Meydan Savaşında, Fransız ordularını sevk ve idare eden Napolyon da benim gibi çok genç bir generaldi.

Masaya bomba düşmüştür! Kimseden çıt çıkmamaktadır… Çıt çıkmamakta değil, çıkamamaktadır... Tabaklardaki yemeklere dokunulmazken, kadehlerdeki içkiler arka arkaya yuvarlanmaktadır.

Kemal, son kez kendisini dinleyenlere bakar. Evet, dün kendisini küçümseyenlere  hadlerini bildirmiştir...

Şimdi Prof. Dr. Zuckerkandl'ın önerdiği tedaviye başlayabilir.

Bu onur, kendine güven, dik duruş, tarih bilgisi, ve hak edene haddini bildirme… Onun eğilmeyen yapısı, omurgasının kıkırdaktan değil çelikten oluşu, karakter taşlarının sağlamlığı, yedi düveli dize getirebilmesinin dayanaklarıdır.... 

*****

Türkiye’de sivil harita mühendisliği eğitimini başlatan 3 kişiden biri olan Prof. Dr. h.c. h.c. Ekrem ULSOY 1989 yılında anlatmıştı bu olayı:

"Gencecik bir öğrenciydi Berlin'de. Genç Cumhuriyetin bir bursiyeri olarak gitmişti. Berlin Teknik Yüksek Okulu'nda okuyor, haritacılığı öğreniyordu. Almanya'da durum normal değildi. Bir arkadaşı, gerekli olur diyerek, Japon güreşi öğrenmesini öğütlemişti. Derslerden sonra, akşamları, bir spor salonunda Jiu-Jitsu öğreniyordu.

Bir gün antrenmanı bitmiş, gece 23 dolaylarında eve dönüyordu. Sokaklarda bir olağanüstülük vardı. Her taraf panzer ve asker doluydu. Bunlar Hitler'in SS'leri ve SA'larıydı. Hitler, erki ele geçiriyordu. Evler basılıyor, Yahudiler toplanıyordu.

Hızlı adımlarla eve yöneldi. Bir evin önünden geçerken, içeriden sıkılan kurşunların parke taşlardan çıkarttıkları kıvılcımları görünce koşmaya başladı. Eve girdi, hemen pijamalarını giydi ve yatağa girdi.

Gece yarısı, 2 sıralarında kapı kırılırcasına çalındı. Kalktı. Kapıyı açtı. SA'lar hiçbir şey sormadan içeri doluştular. Biri "Ellerini kaldır" diye bağırıyordu, diğeri "Giyin" diye. “Aynı anda ikisini birden yapamam ki, evladım” diyordu anlatırken... Türk olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ama çok iyi konuştuğu Almanca’sından ve esmerliğinden yitiriyordu. Tüm çabaları yetersiz kalıyor, inandırıcı olamıyordu. Sürükleyerek dışarı çıkardılar. SA'ların kolları arasında, yalınayak, panzere doğru sürükleniyordu. Panzere bir bindirseler her şeyin biteceğinin farkındaydı. Tam o sıra balkondan bir ses yükseldi. Ev sahibiydi bağıran:

- O'nu bırakın!.. O, Türk!.. O'nu Atatürk gönderdi!

“Şimdi yaşıyorsam, ATAÜRK sayesinde yaşıyorum,” diyordu. Yarın durumu Berlin’deki Kültür Ateşeliği’ne anlattı. Onlar da Hitler’in Berlin Garnizon Komutanı düzeyinde olayı protesto ettiler. Özür gecikmeden, yarınki gün geldi…

Böyle saygındı onun kurduğu Cumhuriyet… Uluslararası alanda böyle bir ağırlığı vardı…

 *****

Bugün gelinen noktada, o günlerin çok uzağında olunduğu doğrudur… Bu nedenle bugün gelinen nokta, yeni bir kuruluşu zorunlu kılmaktadır.

Bu nasıl mı olacaktır? Kuruluş kaldığı yerden nasıl mı sürdürülecektir?

O hep halka inandı ve halkın içinde oldu… Kafasındaki hayalleri onlara anlatarak, onları ikna etti… O nedenle de sevildi, sayıldı ve önderleşti…

Bu sevgi anlık, zamanlık, dönemlik bir sevgi asla olmadı... Onu kuşkusuz herkes sevmedi... Onun yeni bir cumhuriyet projesinin karşısında olanlar, Ona hep karşı oldular... Onlar, ortaya çıkmalarını sağlayan 12 Eylül Darbecilerine yatıp kalkıp teşekkür etsinler...

Ama Atatürk'ün bu ülke için, bugünler için anlamını bilen, duyumsayan insanlar, ona olan içten sevgilerini daha yığınsal ortaya koymaktadırlar... Bu, bir kişi tapınmacılığı değil, yeni bir Türkiye özleminin dillendirilişidir.

Her ülkenin bir önderi olabiliyor... Ama ülkelerin önderlerinin çok azı, uluslararası önderlik özelliği kazanıyor... O nedenle birçok önderin önderi oldu...

Atatürk, yaşamı boyunca kendisini ülkesinin insanlarının bağımsızlığına, özgürlüğüne, insanca yaşamalarına adamış bir liderdi...

Bugün 10 Kasım… Ve ben ortada ölmüş bir Atatürk görmüyorum…

 

ARSLAN, Nurten, Küçük Anılarda Büyük Sırlar, Geldikleri Gibi Giderler (1916-1918), Mavi Kuş Yayınevi, 2. Kitap, Ankara 2004, ISBN: 975-97156-3-5, 581 s., s: 116-120, 420-424.

 

Yayın Tarihi: Kasım 2012